Kablumbağayı bağdan atmışlar da: "Bu bağ olmasa öteki bağ." demiş. Ha birinci bağ, ha beşinci bağ, ha onuncu bağ...

Demek ki her bağ aynı.

Öğretmenlerin önderi yazar, sendikacı Fakir Baykurt  da o köyden o köye sürgün edilmiş. İnadı, kablumbağa inadı.

Tam dokuz köy... Yine de dediğim dedik...

-Bu köy olmazsa, öteki köy! Dokuzuncu köyden sonrası onuncu köy.

Onca gel gitler arasında bir de oturmuş, "Onuncu Köy" romanını yazmış.

Değerli yazarlarımızdan Bekir Coşkun'un yazdığı gazetede de köşesinin adı "Onuncu Köy"dü.

Benim doğduğum köy, Küre köyü... Birinci köy, beşinci köy, onuncu köy gibi bir köydü. Köydekiler de köylüydü. Samanlıklar zamanında doluyor, zamanı gelince boşalıyordu. Un çuvalları, bulgur çuvalları, sirke küpü, pekmez küpleri, şarap küpleri...

Yağ külekleri, çökelek küpleri de öyle.

Olanla yetinmeyi, ayağını yorganına göre uzatmayı biliyordu köylüler.

Bahar geldi mi yeşeren harman yerlerinden, ekili alanlardan toplanan madımaktan, ısırgandan, eski çaput otundan yemekler yapılıyor, efelik (evelik) sarması sofraların onur konuğu oluyordu. Bahçeler, bostanlar, bağlar; sırası, zamanı geldikçe gerekli ikramda bulunmak için sıraya giriyordu.

Zamanlı zamansız kesilen bir koyunun, dananın eti bizim olurken, kemikleri evi bekleyen Karabaş'ın oluyordu.

Evde yoksa kasaptan alıp getiriyorduk Karabaş'ın ağız tadını.

Son kırk, elli yıldır Karabaş'ın da, köylünün de ağzının tadı kalmadı. Son yirmi yılda köyde eli iş tutan insan da kalmadı. Köylerdeki okullar kapatıldı. Köyde kalanlar adeta sadakaya alıştırıldı.

Düzen bozuldu.

Birkaç bin, birkaç milyon bir tarafta; seksen milyon bir tarafta yerini aldı.

Alttakiler, üsttekiler oluştu.

Alttakiler hep altta kaldığı için, "altta kalanların canı çıksın" düzeni oluştu.

Seksen milyon yoksul, gide gide bu düzene de alıştırıldı. Birkaç milyon varsılın yaşamını seyrederek mutlu olmaya başlandı.

Seyirci olundu.

Üreticilikten seyirciliğe geçince sofraların çeşidi, mutfakların kokusu da değişti.

Kasapların kapılarından içeriye et almak için girilirdi. Şimdilerde kasap reyonlarında etten çok kemik satışı yapılıyor.

-Sizin de mi Karabaş'ınız var?

-Yok, kemik suyundan çorba yapacağım, yemeklere kemik suyu katacağım.

-Hım!

Askerde patates soymayanımız yoktur. Patatesi derin soyanların unutamadığı anıları da oldukça çoktur. O soyulan patates kabukları bir tek parçası bile yerde kalmadan süpürülür, toplanır, çöpe atılırdı.

Kışlada da böyleydi bu, yatılı okullarda da.

Büyük kentlerde caddelerin en gözde mekanları lokantalardır. Lokantalarda da soyulan patateslerin kabuğu olduğu gibi çöpe gider.

Bu sıralar memleketin ekonomik görüntüsü alacakaranlık.

Et almak, her yiğidin kârı değil.

Bir o mu?

Pazardan patates almak da öyle.

Memleketin çeşnici başısı açıklama yapmış.

"Patatesin kabuğunu yeyin. Kabuğu besin dolu."

Bundan sonra lokanta önlerinde "Askıda patates kabuğu" torbaları da görebilirsiniz.

TV kanallarında ilgi ile izlenen yemek programlarında ilginç mönüler de göreceğiz anlaşılan:

-Patates kabuğu sarması

-Nar kabuğu dolması

-İliği boşaltılmış öküz kemiği içi pirinç pilavı

-Karpuz kabuğu salatası

İktidara oy vermek için seçim sandığına uzanan eller, kasaptan et yerine kemik almaya alıştığı gibi, "askıda patates kabuğu" torbalarına da alışacaktır.

Bir şeye alışmak, onu alışkanlık hâline getirmek çoğu zaman istenen, özlenen bir şeydir.

Karanlıkta esneyen biri, esnerken eli ile ağzını kapatıyorsa, iyi alışkanlığa güzel bir örnektir bu.

Elimizde olanı çalanların, yerli taşı yerinden oynatanların, yurttaşı yersiz yurtsuz bırakanların kitabına uygun kazanılan alışkanlıklar ise, insanı insanlığından çıkarır.

Bir avuç haramzade, harami çoğunluk halkın hakkını yerken, hakları ellerinden alınanlara da Karabaş'ın hakkı kalır.

-Karabaş mı? Birileri zehirlemedi ise o sokak köpeği şimdi.