Türk insanı neden mutsuz?
Cumartesi günü öğleden önce, aklıma gelenleri
karalamak istedim.
Örneğin, kesilecek milyonlarca ağacı,
bozulacak ekolojik dengeyi, su havzalarının yok oluşunu ve İstanbul’un
nüfusunun kısa sürede 20 milyona taşınmasının yaratacağı sorunları düşününce,
“Yavuz” (!) adı verilen üçüncü köprünün, yeni havaalanı ve Kanal İstanbul
projelerinin, insanı heyecanlandırmadığını, tersine karamsarlığa yol açtığını
anlatmaya çalıştım.
Sonra güncel bir tartışma konusu…
CHP’nin Müftü Milletvekili, dostumuz,
hemşehrimiz İhsan Özkes diyor ki: “Peygamberimiz Hz. Muhammed, içki içenin
cenazesini kıldırdı. Devlet malını aşıranın, kul hakkı yiyenin cenaze namazını
kıldırmadı.”
Dinden referans alan “gece yarısı” yasaları
ile yaşam tarzlarına müdahale ediliyor, ama bir yandan da din yalnızca
“ibadet”e indirgenip, İslam’ın o güzel ahlâkı yok sayılıyor. Kul hakkını aklına
getiren bile olmuyor.
Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçları keserek
İstanbul’un orta yerine (hadi AVM demeyelim) topçu kışlası hangi akıl?
Cumartesi öğleden sonra ve akşam saatlerinde
yaşanacaklardan habersiz, polisin Taksim’deki biber gazı şiddeti, ta Çorum’da
genzimizi yakıyordu o günün sabahında…
Dünyanın şimşeklerini çekince, lafı eveleyip
geveleyerek günah çıkarmaya çalışan İstanbul yöneticilerinin inandırıcılıktan
yoksun savunmaları da bir başka can sıkıntısı nedeniydi.
Asıl çuvala sığmayan mızrak ise , ülkenin
güneyindeydi.
Gençliğindeki “Yeni Osmanlıcılık” ve “İslam
coğrafyasının liderliği” hayallerini “zekâ ürünü” teoriler zannedip bunları
“diplomasi” diye piyasaya süren zat-ı muhterem, ülkeyi öyle bir batağa
sürüklemişti ki, Suriye’de resmen çuvallamıştık!..
O Bakan dinlenmeye alınıp, yumuşak geçişle
kriz yavaş yavaş atlatılabilirdi, ama “lider” tükürdüğünü yalamazdı ki…
Yangın ülkemize çoktan sirayet etmişti; daha
da hızla yayılmasından ve kendimizi “üstümüze vazife olmayan işlere
bulaştığımız için gerçekte haklı da olmadığımız” ve üstelik “müttefiklerimizi
tam olarak yanımızda da göremediğimiz” bir savaşın içinde bulmaktan kaygı
duyuyorduk.
Nerede kalmıştı Yüce Atatürk’ün “Yurtta Barış
Dünyada Barış” düsturu, neredeydi, bir analistin deyimiyle “özgüven patlaması”
yaşayan ve ağzından çıkanı “ilahi buyruk” telakki edenlerce gaza
getirilenlerin, “beka” sorununu bile düşündüren sonu belirsiz maceralara yelken
açışları…
Çok önemli bir mesele daha vardı:
Kâğıt üzerinde ekonomi iyi mi gidiyordu?
Bir de esnafa, tüccara, sanayiciye, çiftçiye
sormak gerekirdi.
Maaşını olduğu gibi banka borçlarına transfer
eden sabit gelirlilere sormak gerekirdi.
Başka yerlerden de benzer sesler geliyordu,
ama biz Çorum piyasasını görüyorduk; korkudan sesini bile çıkaramayan insanlar,
ağzının içinden feryat ediyordu “yandım, bittim” diye…
Sorduğunuzda “hamdolsun” dese de, yürek yanık,
bağır yerdeydi!
Vaziyeti umumiyenin özetinin özeti buydu.
Ama Cumartesi akşama doğru İstanbul’da ve
Türkiye’nin hemen tüm kentlerinde öyle olaylar yaşandı ki, Cumartesi öğleden
önce yazdıklarımız bir anda eskidi.
Pazar sabahı oturup güncellemek gerekti.
Halkın tepki patlaması ile ilgili, söylenmesi
gerekenlerin hepsi, bu ülkenin inanılır, güvenilir insanları tarafından
söylendi, yazarları tarafından kaleme alındı.
Onun için ben bir tek konunun altını çizmek
istiyorum:
“Onların yüz bin topladığı yerde biz bir
milyon toplarız.”
Demek ki, “çoğunlukta olmanın” değil “haklı
olmanın” önem taşıdığı anlaşılamıyor, anlaşılamayacak.
Boşuna bekliyoruz demokratik olgunlaşmayı…
Şu tespitlerimizi de kayda geçirelim:
Yandaş medya zaten biliniyor da, merkez medya,
ya da onların sahibi “ödlek” patronlar da “halkın haber alma özgürlüğünden bir
daha bahsedemeyecek şekilde” tümden sınıfta kaldılar bu olayda.
Ve akıl-vicdan sahibi, demokrasi inancı taşıyan
insanlar, bundan böyle her sandık başına gidişlerinde “İslamî diktatörlük mü,
demokratik cumhuriyet mi?” sorusunun cevabını vermek durumunda kalacaklar.
Vatanını, milletini seven, kılcal damarlarına
kadar barış ve demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden yana bir insan
olarak, mutsuzluğum ve umutsuzluğum giderek artıyor ne yazık ki…
Mehmet YOLYAPAR