24 Kasım yine geldi.
Sahne yine aynı. Kürsüde söylevler, sosyal medyada hazır kalıp mesaj paylaşanlar, öğretmeni anımsadığını iddia edenler… Öğretmen yine: Yorgun, kırgın ve sessiz.

Ülkemizde öğretmenler günü kutlamak, çöken bir binanın balkonundan manzaraya bakıp “ne güzel gün” demek gibi bir şey. Oysa balkon sallanıyor, bina çatırdıyor; ama olsun, kutlamayı ihmal etmeyelim.

Bir mesleğin bayramı olması için önce o mesleğin itibarı korunmalı. Bizde durum tersine işliyor:

Öğretmeni üçe böldüler: Kadrolu, sözleşmeli, ücretli… Aynı işi yapıp üç farklı maaş alan üç farklı öğretmen tipi yarattılar. Sonra sıkılmadan “öğretmenler bizim baş tacımız” falan diyorlar.

Baş tacı dedikleri insan ay sonunu getiremiyor. Fatura kuyruğunda bekleyen öğretmene “geleceğin mimarı” demek, acı bir ironi değil de nedir?

1928’de Atatürk okuma yazma seferberliğine öncülük ettiğinde, milletçe bir uyanış yaşıyorduk. Bugün: okullar tarikat raporlarına, müfredat ideolojik mühendisliğe, eğitim ise kaderine terk edilmiş durumda.

Başöğretmenlik mirasıyla bugünkü ortam arasında bir bağ ara ki bulasın. Köprü çökmüş, bağlantı kopmuş, anlam dağılmış.

Kutlama mı? Üzgünüm ama, bu manzarada yalnızca utanılır.

Bir zamanlar Köy Enstitüleri vardı. Fakir Baykurt’un, Tonguç Baba’nın, Yücel’in yetiştirdiği öğretmenler; tarlada çapa tutup geceleri kitap okuyan, ülkeyi omuzlayan insanlar…

Sonra ne oldu?

Aydınlanmanın bütün ışıkları tek tek söndürüldü. Karanlığın gözü kamaşmasın diye, ülkenin tüm ampulleri indirilir gibi…

O büyük miras yok edildi; yerine öğretmen açığını kapatmak için hızlandırılmış kurslar, alelacele alınmış diplomalar ve “atanamayan öğretmenler ordusu” bırakıldı.

Bugün hâlâ idealist birkaç öğretmen kalmışsa, o da mayanın sağlamlığındandır.
Sistemin başarısı değil, enstitülerin mucizesidir.

Okul artık okul değil; işletme. Öğrenci müşteri, veli teftiş memuru, öğretmen ise “hizmeti geciktirmeyin” uyarısı alan bir çalışan.

Özel okullarda çalışan öğretmen gençler var: Haftada 30 saate yakın derse giriyorlar, asgari ücret civarı maaş alıyorlar. Sonra da onlardan mükemmel eğitim isteniyor.

Hangi bilimsel yöntem böyle bir çelişkiyi açıklayabilir?

Adı öğretmenevi ama öğretmenin içeri girmeye çekindiği yer haline gelmiş.
Koca binalarda öğretmenin çay içeceği küçük bir köşe bile çok görülmüş. Söze gelince “baş tacımızsınız” ama gerçekte protokole tahsis edilen salonlar, öğretmene bodrum katlar…

İroni dediğin böyle olur.

Öğretmeni böl, sendikaları parçala, mesleki dayanışmayı dağıt… Sonra da çık kürsüye “öğretmenler bizim için çok kıymetli” de.

Bu ülkenin eğitim politikası böyle ilerliyor: Gerçek sorunlar halının altına süpürülüyor; öğretmen yalnızlaştırılıyor.

Sistemin çürümesi tam da burada görünür oldu: Sorunları çözmek yerine, süslü tümcelerle örtmek.

Bunca çöküşün, bunca inkârın, bunca yok saymanın içinde ben hangi yüzle “Öğretmenler Günün kutlu olsun” diyebilirim?

Kutlama, geleceğe dair umut isteyen bir şeydir. Öğretmenin geleceği karanlıksa o gün bayram olmaz.

Bugün kutlanacak bir şey yok öğretmenim. Bugün yalnızca senin direncine, sabrına, inadına saygı duyulur.

Belki bir gün, sistem düzelir; öğretmen hak ettiği değeri alır; okullar yeniden okul olur; müfredat yeniden bilim olur; öğretmen yeniden toplumun ışığına dönüşür.

İşte o gün gerçekten Öğretmenler Günü’nü kutlarız. Bugün çürüyen sistemin ayıbını konuşma günüdür.