“Eve” diyorum. “Varayım da ne haldedir bir göreyim odamı.”

“Ne yapacaksın buz gibi evde evladım. Yusuf gelinceye kadar otur hele. Odaya mı gitti nereye gittiyse. Gelir aha birazdan. Beraber gidersiniz.”

“Yok,” diyorum. “Şimdi gitmeliyim. Çok merak ediyorum odamı. Sizin ev bile damladıktan sonra kim bilir benim ev ne duruma gelmiştir. Bunca karı, yağmuru boşa vermemiştir herhalde.”

“Eh, kendin bilirsin öyleyse.”

ODAM GÖL OLMUŞ

Sıcak evden çıkınca, dışarının soğuk havası bir kırbaç gibi çarpıyor suratıma. Köyün içi diz boyu çamur. İyi ki çizmelerim var ayağımda. Sulusepken kar yağışı sürüyor. Odam mutlaka damlamıştır, diyorum içimden. Kaygılanıyorum. Yatağım bari ıslanmamış olsa!”

Yamacı tırmanıp, odama ulaşıyorum. Asma kilidi açıp aralığa, oradan da ara kapıyı açıp odaya adım atınca, “comp” diye suyun içine giriyorum. Korktuğuma uğramıştım. Perdeler inik, ev karanlık. Elimdekileri kapının ardındaki tahta rafa koyuyorum. Perdeleri açmadan içeriyi seçemiyorum. Göl olmuş odamın içi. En çok akan yeriyse, kapının arkasından ocaklığa doğru olan orta bölümü… Sobanın üstü ve borularla odanın güney yönü tamamen damlamış; damlamalar da hala sürüyor. Perdeler bile duvara aşağı akan suyla çamura belenmiş. Yatağımın olduğu somya, geniş odanın güney batı kesiminde.. En büyük korkum, onun ıslanmasıdır. Endişe ve merakla yokladığımda derin bir oh çekiyor, “Allah’ıma şükür!” diyorum. Yatağımın üstü damlamamış, yatağım ıslanmamıştı. Ya yatağımın üstü de aksaydı, ne yapardım ben? Geceleri nerede yatardım?

Haydar haber vermiş olmalı ki Yusuf yetişiyor hızır gibi. O her zaman öyledir zaten. En zor ve sıkıntılı zamanlarımda hep yanımdadır. İlk iş olarak odanın üzerine çıkıp, gevşemiş olan çatı toprağını bir güzelce çiğneyip, pekiştiriyor. Sonra, oda sahibi Hasanlardan boş bir gazyağı tenekesi alıyor. Evin biraz daha çukur olan orta bölümüne göllenmiş olan suyu, kova kova dışarıya boşaltıyoruz birlikte.

Bir saat sonra dışarıdaki yağmur dinmiş, evin damlaması da azalmıştı. Odanın içi, her zamanki gibi buzdolabı sanki… Hazırdaki odunlardan birkaç tanesini atıp sobayı tutuşturuyorum. Ama gece ve gündüz üç gün yaksam, yine de kurutamazdım ıslaklığını. Arada sırada yakmakla da ısınması olanaksız… Kış boyu yakacağım odunun tamamı zaten altı hayvan yükü. Bu da tahminen 250 kilo odun yapardı. Isınmak için yaksam iki haftada tükenir. Koskoca oda, arada sırada yakmakla ısınmıyor ki. Oysaki odunumu bahara kadar yetirmem gerekiyor. Bahara da daha üç buçuk dört ay var.

Bundan böyle odam yağmurlu havalarda, ya da yağan karların erimesi sonucu hep akacaktı. Alışmıştım zaten. Yaşam böyleydi. 

DEVAMSIZLIK SORUNU

Sınıfımdaki devamsızlık sorununu hemen hemen çözmüştüm. Devamsız öğrencilerimin velilerini, köy bekçisi aracılığıyla muhtarın da adını kullanarak muhtar odasına çağırtmış; onlarla birebir görüşerek eğitim öğretimin önemini anlatmıştım. Yasal cezalandırma yöntemini ise inatçı olanlara gözdağı vermek amacıyla gündeme getirmiştim. Odaya gelmeyen velilerin evlerine de bekçiyle gidip kendim görüşmüş, onları razı etmiştim sonunda. Sürekli devamsızım yoktu ama özrü nedeniyle çocuklarına sık sık izin isteyen veliler de vardı. Devamsız olmasınlar da arada bir izin vermeye çoktan razıydım zaten.

Öğretmenlikte ilk yılım olması nedeniyle eğitim öğretimde oldukça deneyimsizdim. Üstelik okullar açıldıktan bir ay sonra göreve başlamıştım. Aradaki bu bir aylık açığı çok çalışarak kapatmam gerekiyordu. Yılsonuna kadar öğrencilerimi okuryazar yapamayacağım diye de çok endişeleniyordum. Elimdeki ilkokul programını, ağabeyimin verdiği okuma yazma öğretimiyle ilgili kitapları ve notları durmadan gözden geçiriyordum. O nedenle başarılı olmak için yoğun bir tempoyla çalışıyordum. Okulda öğrencilerimin davranışlarındaki aşamayı, derslerindeki başarıyı gördükçe nasıl seviniyor, nasıl mutlu oluyorum bilemezsiniz. Onların başarısı benim başarımdı elbette.

Verdiğim emeğin somut verilerini gördükçe, ileride daha başarılı bir öğretmen olacağıma olan inancım gittikçe artıyor ve güçleniyordu. Birinci sınıfların elleri kalem tutmaya, verilen cümleleri ezbere okuyup yazmaya başlamışlardı. İkinci sınıf öğrencilerinin yarıdan çoğunu da birinci sınıflarla birlikte götürüyordum. Diğer yarısı da çat pat okuyup yazmaya başlamışlardı bile.

En önemlisi de, öğrencilerime ne kadar sabırlı, güler yüzlü,  sevecen ve hoşgörülü davranırsam, eğitim öğretimde de o oranda başarılı olacağımı biliyorum. Öğretmen Mehmet ağabeyim:

“Öğrenciler öğretmenini model olarak alır, onun her tür tutum ve davranışını taklit eder” demişti. “Doğaldır ki zaman içinde öğrencilerin kimlik ve kişiliklerinin olumlu yönde gelişmesinde öğretmenin rolü elbette çok önemliydi.”

Günler günleri izliyor.

Benim için oldukça zor olan bu yaşam biçimine alışıyordum artık.

(SÜRECEK)