ANAM
İçiniz ağlarken olağan işinizi yapmak zorunda kaldığınız oldu mu hiç?
Benim oldu.
Anam öldüğü günün ertesi elimde tebeşir tahtaya geçtim.
Öğrenci bekliyordu, dersi iptal edemezdim, gecikemezdim. Derse girmek zorundaydım.
Aksi halde eve ekmek gelmiyordu. 1402’liktim, öğretmenlikten uzaklaştırılmıştım, ta ki mahkeme kararıyla haklarımı alana, mesleğime dönene dek. Tek eşimin maaşıyla yaşam yürümüyordu.
Öğrencilerimi görüyor muydum, anlatamam.
Ne söylediğimi, ne yazdığımı bile anımsayamıyorum.
Anam öldü ve ben iki gözüm iki çeşme, o an, farkında olmadan, öksüz kaldım.
Kardeşlerim de.
Evin çatısı yıkılmıştı üzerime.
Anasızlığın dehşeti sonradan sonraya vurdu yüreğime. Onun yokluğunu hiçbir zaman atlatamadım. Yokluğu yakıyor. Yitiren bilir.
Mamak soğuğunu bilmezsiniz. Üstünüzde palto, manto yok gibidir. Kötü yıllardı, acı yıllardı, bir soğuğa bir de faşizme söz işlemiyordu. İkisi de köpeksiz köyde dolaşır gibi geziyordu başkentin kaldırımlarında, parklarda, bahçelerde, konduların üstünde, apartman girişlerinde, okul önlerinde, yurdumun gökyüzünde, donmuş salyaları dökülüyordu kar beyazına. Beyaz kirleniyordu, kar lekeleniyordu.
Sermaye resmî koruyucularını sürmüştü alana, kuş uçurtmuyor, tüm dehşetiyle av sürüyordu, devrimci avı. En ufak direniş infazla veya yaralı yakalamayla sonlanıyordu. Sonrası akıl almaz işkence günleri, haftaları, ayları. Deneyimliydiler Latin Amerika’dan ve 71 darbesinden. Ne kadar aksini iddia etse de cuntacılar, ayyuka çıkmıştı işkence feryatları ve işkencede ölümler. Önce ‘dal’ sonra Mamak. Yaşıyorduk, altı yüz bin insan yaşıyorduk dehşeti. Bu cehennemde yanacak mıydık, çıkabilecek miydik? Tüm tutukluların aklından geçen ve hiç çıkmayan soru buydu. Canlı çıkabilecek miydik?
Nizamiyede saatlerce bekleyip birkaç dakikalığına görmeye gelmişti anam, içi titreyerek. Anamın buz tutmuş görüntüsü tel bölmenin arkasında yüreğimi yakmıştı. “Bir daha ziyarete gelme anam.” dediğimi anımsıyorum.
Biliyordu, Mamak cehennemdi, içinde toplumun ilerici güçleri, devrimciler yanıyordu. Söyleyemiyordu ama bir daha görür müyüm sorusu okunuyordu kara gözlerinde; satır arası mektup okur gibiydi görüşmemiz. Ben konuşamıyordum, o dilsiz. Beni öyle, cansız cenaze gibi görmek korkutmuştu anamı. İşkence ve yetersiz gıda eritmişti hepimizi. Soğuk sular dalgalanıyordu, İçimde nilüferler açıyordu, anamın yüzü deniz. Konuşamıyordum, görüş sevincimi dışa vuramıyordum. Öylece bakıştık ve görüş sürem bitti.
Sırtımda cop darbeleriyle döndüm koğuşa. Her görüş coplu dayak anlamına geliyordu. Çoğu kez bu hafta görüşe kimse gelmese diye geçiriyordum içimden, kimse gelmese. Gelmese de olmazdı ki! Bütün işkence seanslarına karşın özlediklerini görmek istiyor insan.
Eylül kesif bir karabasandı, çökmüştü üzerimize. Her köşe karanlıktı, ha Mamak ha bir kaldırımı başkentin, ha Artvin, her adım karanlık, uzatsam elime bulaşıyordu. Mamak zaten başlı başına bir çıkmaz labirent! Hele de tabutluk!
Anamı sonsuzluğa uğurladıktan hemen sonra Ankara’ya dönmek zorunda kalmıştım. Sakıncalılığımdan iş kapıları kapanınca kendi kurduğum basit büromda yalnız başıma oturuyordum, çocukluğumu anımsamıştım. Anamın elinden tutup köyün güney başında oturan anaannemlere (Satı Ebeme) gittiğimiz günler geçiyordu gözümün önünden. Bir an masamın karşısındaki sandalyede anamı oturur, sevgiyle bana bakıyor gördüm. Şok olmuş olmalıyım ki “Anam!“ diye haykırdım. Oysa, soğuk yüzünü öpmüştüm toprağa vermeden önce. O an, o bir an silinip gitti ve anamı son görüşüm oldu. Bir hayal. Çok yoğun düşünce durumunda insan çok sevdiğini bir an karşısında görebiliyormuş! Öğrendim.
Huzur içinde yat benim varlığımın özü, anam.