Dünkü yazımın sonunu “Elbette kadına şiddet konusunda, uluslararası düzeyde hazırlanmış ve de imzalanmış olan İstanbul Sözleşmesi’nden, Türkiye’nin ayrılmış olması da önemli bir yanlış olmuştur” diye bağlamıştım.

İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan, 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan bir sözleşmedir.

Amacı:

-Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve aile içi şiddeti önlemektir.

-Kadına karşı her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve kadın-erkek eşitliğini önemli ölçüde yaygınlaştırmaktır.

-Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin mağdurlarının korunması için politikalar üretmektir. Ve kadına karşı şiddeti ortadan kaldırmak için uluslararası işbirliğini geliştirmektir.

Ama Türkiye bu sözleşmeden ayrıldı.

***

Oysaki İstanbul Sözleşmesi’ne ilk imzayı Türkiye atmıştı.

Parlamentosunda ilk onaylayan Türkiye olmuştu.

Hem de AKP, CHP, MHP ve o günkü adıyla BDP’nin oy birliği ile

Ama ilk imzayı atan, parlamentosunda ilk onaylayan Türkiye, tam 10 yıl sonra yani 20 Mart 2021’de bu sözleşmeden ayrıldı.

Oysaki kadın haklarını ve kadına şiddeti içeren:

-1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini aşan

-1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeyi aşan

-1979 tarihli Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin BM Sözleşmesini aşan

Yani Türkiye, bu sözleşmeleri de aşan böyle bir sözleşmeden ayrıldı.

***

Peki, neden ve niçin?

Çünkü her nedense birdenbire itirazlar yükseldi.

Bu itirazlar, bir kısım muhafazakâr kesimden ve iktidar cephesinden de özellikle dillendirildi.

Ve de her nedense bu itirazlar, bir kısım basın ve yazarlarca da gündeme getirildi.

Peki, ne denildi?

Dediler ki, “Cinsel sapkınlığın önü açılıyor.”

Dediler ki, “Dini hassasiyetler hedef alınıyor.”

Dediler ki, “Cinsiyet kimliği yok ediliyor.”

Dediler ki, “Melez bir cinsiyet yaratılıyor.”

Dediler ki, “Bu sözleşme, LGBT ve eşcinsel sapkınlığın bir koruyucusudur.”

Ve de dediler ki, “Bu sözleşmeyle, ailemizin nasıl korunacağına Avrupa karar verecek, geleneksel aile yapımız bozulacaktır.”

Evet; böyle denildi, böyle mayalandı, sonunda bu sözleşmeden ayrılındı.

***

Peki, İstanbul Sözleşmesi gerekli miydi ve de yeterli miydi?

Elbette hem gerekliydi hem de yeterliydi. Ama bizim için sanırım yeterli değildi.

Çünkü bu ülkede:

-Namus, kadın üzerinden okunurken

-Aile şerefine kadın üzerinden bakılırken

-Erkeğe çapkın, kadına oro…” denilirken

Değil İstanbul sözleşmesi, değil Ankara sözleşmesi, Paris sözleşmesi de olsa, Londra sözleşmesi de olsa bu ülkede kadına şiddetin önüne geçmek zordur.

Çünkü bu bir zihniyet sorunudur.

Çünkü bu bir sosyolojik vakadır.

***

Ve de bilmeliyiz ki:

-Kaynağı görülüp kurutulmadığı sürece

-Kadına şiddet hangi değer ölçülerine dayanıyor, araştırılmadığı sürece

-Ve bu davranışların sosyolojik nedenleri üzerinde, sağlıklı bir değerlendirme yapılmadığı sürece

Bu ülkede kadına şiddetin önüne geçmek zordur.

Nitekim ülkemizde, her yıl ortalama 300 kadın öldürülmekte ve bu sayı her yıl artarak devam etmektedir. Yapılan şiddetin sayısı ise zaten bilinmemektedir.

Çünkü bu toplumun zihinsel yapısında, önlenemez bir şiddet duygusu vardır.

Ve de:

-Bedensel gücü, kadına karşı baskın bir güç olarak gören...

-Kendi ezikliğini, kadını ezerek gideren

-“Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin diyen

-Ve Saçı uzun aklı kısa diyen

Yani bu bakışla ve bu sözlerle kadını ötekileştiren ve aşağılayan, kültürel bir mayası vardır bu toplumun.

İşte İstanbul Sözleşmesi’nin özünde, bu mayanın değiştirilmesi vardı.

Ve de bu sözleşmenin özünde, kadının insan olduğu vurgusu vardı.

Ama Türkiye, ev sahipliği yaptığı ve ilk imzayı attığı bu sözleşmeden ayrıldı.

Çünkü bu ülkede, kadın hakları için kararları halen erkekler vermektedir.