Muhtar kalın yün paltosu içinde rahat, üşümüyor; bense yalın giysiler içinde titriyorum. Ellerim ceplerimde, şapkasız başım omuzların arasında geziniyorum. Ayaklarımsa iyice üşüyor.

Durumun muhtarın dikkatinden kaçmıyor olmalı ki:

“Yahu Hoca sen üşümüşsün iyice” diyor.

“Biraz...” desem de, yine de çok üşüdüğümü gizleyemiyorum. Özellikle de ayaklarımın...

Gözlerimiz sürekli, batıdan Ankara yönünden gelecek arabalarda.

Bir araba daha görünüyor. Karşıdaki tepe boynunu dönüp düze inince de hızlanıyor bizden yana.

“İnşallah bu alır!” diyoruz umutla.

İkimiz birden elimizi kaldırıp, “dur, bizi al!” işareti yapıyoruz.

Ama durmuyor.

Muhtar lanet okuyor ardından.

Yol kıyısında gezinerek bekleyişimizi sürdürüyoruz. Zaman da bir türlü yürümek bilmiyor. Belli aralarla geçen kamyonlar ve otobüsler sanki sözleşmişlercesine durmuyor, hızla geçip gidiyorlar.

SABRIMIZ TAŞIYOR

Biz de sabır iyice tükenmeye başlıyor. Çoktan pişmanız yola çıktığımıza ama neye yarar ki? Son pişmanlık para etmiyor. Başka zaman olsa, yarım saat beklemeyiz.

Ne yazık ki hiçbir araba sürücüsü, arabalarında yer olduğu halde durmuyorlar.

Muhtar öfkeyle ileniyor:

“Adamlık insanlık ölmüş yahu?” diyor. “Ulan bir iyilik yapın da alın bizi arabanıza; kurtarın kardan, ayazdan. Alsanız, gavur mu olursunuz be adamlar! Yoksa arabanızın bir yanı mı eksilir?”

Her geçen dakika biraz daha üşüyor, biraz daha sinir küpü oluyoruz. Muhtarın da sabrı iyice taşmış olmalı ki, geçen araca durmadıkları için küfrediyor.

Sonra mahcup bir tavırla:

“Kusura bakmayın Hocam” diyor. “Bunlar benim ağzımı zorla bozdurdular”

“Kusuru yok” diyorum.

Saat: 10.30 oluyor.

Hava biraz yumuşamaya, yolda arabaların ezdiği karlar da yavaş yavaş erimeye başlıyor.

Evden çıkalı da tam dört saat olmuş. İki buçuk saattir araba bekliyorum. Yani, bunca zamandır kar çiğniyor ve ayazlıyorum.

“Yav Hoca” diyor muhtar. “Arabalar durmuyor. Bizi de almıyorlar. Ben geri dönecek olsam, 10-15 dakikada köyüme varırım. Ama senin öyle mi ya? Geri köyüne ulaşabilmen için en az iki saat yürümen gerekecek. Buraya kadar gelmekle yolunu biraz daha uzatmış oldun. Nasıl döneceksin?”

“Geri dönmeyi düşünmüyorum ki. Birisi alıncaya kadar beklerim”

O sürdürüyor:

“Üstelik sırtın da yalınkat… Palto da almamışsın.”

“Sorma!” diyorum.

Ama Muhtar nereden bilsin ki paltomun olmadığını. Bırak paltoyu, doğru dürüst elbisem var mıydı ki sırtımda. Onlara göre öğretmen maaşlı adam, paralı adam demek. Maaşlı olanın da elbet, paltosu da olacaktır.

“İhmalkârlık işte” diyorum.

“İhmalkârlık olur mu Hocam? Asıl kışın alacaksın paltonu sırtına.”

“Haklısın” diyor, konuyu kapatmaya çalışıyorum.

Bir gürültüyle daha başımızı batıya çeviriyoruz. İşte bir otobüs daha... Ankara yönünden. Yavaş yavaş erimeye başlayan kar sularını iki yana sular sıçratarak, arada bir de öne arkaya yaylanarak geliyor.  Peşinden bir tane daha... Bunların birinden biri bari alsa bizleri diyor, umutla el kaldırıyoruz. Ama boşuna. Her ikisi de homurtuyla, hızla geçip gidiyorlar peş peşe. Kızıyor, ben de seslice bağırıyorum:

“Cennete kadar yolunuz var!”

Muhtar gülüyor öfkesinden:

“Hoca, cennetle cehennemi karıştırdın!”

“Karıştırmadım” diyorum. “İlenmeye, dilim varmadı.”

“Yahu ne temiz yürekli delikanlısın. Biraz daha beklersek onlar değil, asıl bizler gideceğiz o dediğin yere. Ama benim için daha erken. Evlendireceğim oğlum-kızım, yapılacak işlerim var. Sana gelince: Senin için de erkenin erkeni be Hoca. Henüz çok gençsin. Hayata da yeni atılmışsın. Yaşayacaksın. Evlenecek, gün göreceksin daha!”

Yine bir homurtu…  Bu kez Sungurlu yönünden geliyor. Ve geçip gidiyor Ankara yönüne doğru.

Muhtar durmadan söyleniyor kalın paltosu içinde.

“Biraz daha bekleyelim de almazlarsa dönelim!”

Saate bakıyorum; 11.00 olmuş.

“Dediğim gibi ben dönemem muhtar,” diyorum.

(SÜRECEK)