Sonra, sanıyorum, sevgi dolu bir gülümsemeyle, şöyle sesleniyorum onlara:

“Sizlerin öğretmeni olmaktan dolayı gurur duyuyorum.”

Dikkatle beni dinliyorlar. Kimi sevecen bakışlı, kimi durgun. Belli ki onlar da beni tanımaya anlamaya çalışıyorlar. Nasıl bir öğretmenim. Sert mi, yumuşak tavırlı mı? Hoşgörülü mü, sinirli mi?

“Sizlerle birlikte güzel şarkılar, oyunlar, masallar, bilmeceler öğreneceğiz.”diyorum.

Önde oturanlardan birisi:

“Okuma yazma?” diye soruyor.

Saçını okşayarak:

“Elbet onu da öğreteceğim,” diyorum.

Birinci sınıflar bir tarafta, ikinci sınıflar da diğer yanda oturuyorlar. Sıraların arasında dolaşıyorum. Hepsiyle sevecen bir tavırla göz teması sağlamaya çalışıyorum. Öğrenci yoklamasını sonraya bırakıyorum. Göz ucuyla da sayıyorum. Toplam 42 öğrenci var. Demek ki gelmeyen öğrenci sayısı 24. İkinci sınıflardan başlayarak sırayla adlarını soruyorum. Anımsadıklarım:

Aslan Dincelir, Mustafa Bozkuş, Hasan Hüseyin Şahbaz, Mustafa Yaramış, Mustafa Akbeyaz, İbrahim Yağmur, Osman Uslu, Murat Demirkazma, Eser Erçorum, Hasan Uslu, Fadime Oruç…

Ardından birinci sınıflara yöneliyorum. Çoğu, olabildiğince çekingen ve utangaç… Yine de ad ve soyadlarıyla kendilerini tanıtıyorlar:

Fadime Erçorum, Resul Erçorum, Bilal Dincelir, Niyazi Yaramış, Adem Demirkazma, Nazmiye Uslu, (Sarı kız) Zülfiye Yağmur, Ali İhsan Yaramış, Ramazan Cuma, İbrahim Yağmur, Havvana Yağmur…

Bu arada dinlenme (teneffüs) zili çalıyor. Benim “çıkabilirsiniz” dememi beklemeden, sırasından kalkan çocuklar kapıya doğru fırlıyor, dışarı çıkıyorlar. Bunlar genel de ikinci sınıf öğrencileri.

Ben de yürüyorum sınıftan dışarı. Özellikle Fikri öğretmenin öğrencileri salonda toplanmışlar, merakla beni izliyorlar. Bu arada küçük öğrencilerimden bazıları bana munis bir kedi gibi sokulup dokunuyor, elimi tutup bırakıyorlar. Karşılıklı bakışlarımızın sıcaklığında aramızda bir sevgi bağı oluşturmanın ilk ilmekleri atılıyor.

Bundan böyle önümde çok zor ve çetin günler var. Ama ben bunların üstesinden geleceğime inanıyordum. Çünkü hem öğretmenliği, hem de çocukları çok seviyorum.

İkinci derste öğrencilerin bildikleri sınıf içi oyunları oynatıyor, şarkıları söyletiyorum. Üçüncü derste de bir iki masal anlatıyorum onlara. İlgi merak ve heyecanla dinliyorlar. Arada bir onları da konuşturmaya çalışıyorum. Çoğu utangaçlık ve çekingenliklerini yenerek bir şeyler anlatıyorlar bölük pürçük. Birinci sınıfların çoğunun utangaç ve tutuk olduğunu gözlemliyorum.

Zamanın nasıl geçtiğinin ayırdında değilim. Sonunda üçüncü ders de sonlanıyor, öğle paydosu zilini çaldırıyor Fikri öğretmen. Saat 12.00-13.30 arası bir buçuk saat öğle ara vermesi. Çocukları öğle yemeği için evlerine salıyoruz. Henüz benim saatim olmadığı için derse giriş çıkış saatlerini Fikri öğretmen ayarlıyor.

Sınıfımda, okula sürekli gelmeyen 24 öğrenciden 14 tanesi birinci, 10 tanesi de ikinci sınıfta. Baba adlarıyla birlikte öğrencilerin iki adet ad listesini çıkarmalı, velilerini muhtar odasına çağırtarak görüşüp, konuşup, çözmeliyim devamsızlık sorununu. Fikri öğretmenin devamsızlık sorunu yok. Üç sınıfta toru topu 19 öğrencisi var; onların da hepsi yetişkin öğrenciler. İşin garibi, bu üç sınıfta erkek öğrenci dışında bir tane bile kız öğrenci yok.

Okuldan çıkınca Fikri Beyle doğruca kalacağım odaya varıyoruz. Dış kapıdan içeri girer girmez de önce temiz, hoş bir kireç kokusu; ardından, üstünün başının kireciyle, Yusuf karşılıyor bizi güler yüzüyle. Odanın badana işini bitirmiş, bizi bekliyormuş.

“Merhaba! Maşallah badana işini bitirmişsin.”

“Bitirdik Hocam. Bitmedik iş mi olur. Bitmeyen bir kösenin sakalıdır.”

“Sağ olasın Yusuf kardeş. Eline, koluna sağlık…”

“Siz de sağ olun. Öğle sonu da siler, süpürür temizlik işini bitiririz. Yarın öğleye kadar da epeyce kurur. Ondan sonra da eşyalarını taşır, yerleştiririz.”

“Hakkın ödenmez. Çok şey borçluyum sana.”

“Geç bu sözleri Muzaffer Hocam. Görevimiz bu bizim. Köyümüzün öğretmenisiniz. Çocuklarımızı okutacaksınız.”

Ardından yemeğe gidiyoruz Yusufların evine. Annemi de getirmiş Yusuf’un annesi. Annesi ve babasıyla tanışıyorum. Konuksever, cana yakın insanlar.

Özellikle annesi:

“Çekinmeyin,” diyor. “Sizler de benim bir Yusufumsunuz.”

Yemek hazır. Yer sofrasına tablanın başına oturuyoruz.

(SÜRECEK)