Indiana Üniversitesi'nden emekli Profesör İlhan Başgöz Hoca anlatıyor:
“Uzun zamandır bir Amerika şehrinde yaşıyorum.
Burası 70 bin nüfuslu küçük bir şehir. 
En işlek caddelerinden tutun, en yoksul mahallelerine kadar her bir tarafı yemyeşil. 
Evlerin çoğu iki katlı ve bahçeli. 
Şehrin dört bir yanı ormanla çevrili.
Düşünebiliyor musunuz, nereye baksanız her bir yerinden adeta yeşil fışkırıyor.
Anadolu’nun bozkırlarında yetişmiş, bir Anadolu çocuğu olarak bu yeşile hep gıptayla ama bir o kadar da kıskançlıkla baktım.
Şehre yerleştiğim andan itibaren de bu yeşilin sırrını hep merak ettim. 
Daha sonra bir olay yaşadım.
Ve bu vesileyle o müthiş yeşili kimlerin hangi duygularla ve hangi usullerle koruduğunu öğrendim. 
Sizinle paylaşmak istiyorum.
… …
Yıllar önce bir ev yaptırmak istedim. 
İnşaattan hiç anlamam, ama anlayan bir akrabam var. Aklımı çeldi, şehrin değerli bir yerinde güzel bir arsa var, alalım dedi.  
Arsa dört tane bahçeli ev yapacak kadar geniş bir arsa. 
Ancak şehir imar planında, buraya tek bir konutun yapılması uygun görülmüş. 
Bize, ‘Belediyeye başvurun, belki iki eve izin verirler…’ dediler. 
Biz de başvurduk.
Belediye bize dedi ki: 
‘Önce tüm komşularınıza iadeli taahhütlü bir mektup gönderecek ve bu arsaya iki ev yapmak istediğinizi bildireceksiniz. Komşularınızdan gelen yanıtlarla birlikte, tekrar bize geleceksiniz…’
*    *    *
Aldığımız bu bilgi doğrultusunda komşularımızın tümüne tek tek taahhütlü mektup gönderdik.
Gelen yanıtları özetliyorum…
* Komşularımızdan birinin yanıtı şöyle idi. ‘…Evlerimizin önünden geçen yol dardır. Bu yoldan geyikler geçer. İki evin en az iki arabası olacağına göre zaten dar olan yolun trafiği daha da artacak. Geyikler tehlikeye düşecek.’
… … 
* İkinci komşumuzun yanıtı şöyle idi. ‘Biz çocuklarımızı her gün okula götürüp getiriyoruz, trafiğin çoğalmasını istemeyiz.’
… … 
* Üçüncü komşumuzun yanıtı; ‘Bu arsada iki büyük çam ağacı var. Bunlar kesilmemeli, sökülüp arsanın başka yanına dikilmeli…’
… … 
* Dördüncü komşumuzun yanıtı; ‘İki ev yapılırsa, evler, anayola arsa içinden bir yolla bağlanacak. Bu yol asfalt ya da beton olacak. O zaman bu yolun iki tarafındaki ufak ağaçların köküne su gitmeyecek ve kuruyacak.’
… … 
* Başka bir komşumuzun yanıtı; ‘Hele önce yapmak istediğiniz evlerin planlarını bir görelim, bakalım bizim evlere yakışacak mı?’
… … 
* Önlü arkalı geniş bahçesi olan ve etrafında çit olmayan komşumuzun yanıtı da şöyleydi; ‘Bana komşu gelirse bahçesini çitle ayırmasın. Ne o bahçesini sınırlasın ne ben. Böylece yeşilliğimizin derinliği kaybolmamış olur.’
*    *    *
Aldığımız yanıtlar karşısında tutulup kalmıştık.
Nasıl bir mantık, nasıl düşüncelerdi bunlar. Parasını verip, arsamızı almıştık, kim, neden, nasıl, ne hakla karışabilirdi ki bize…
Ama karışıyordu işte.
Çünkü burası Türkiye değil Amerika’ydı…
Çünkü bu ülke azgelişmiş bir ülke değil; gelişmiş, her yönden iyiliği, güzelliği, doğruyu yakalamış bir ülkeydi.
… …
Sonuçta, belediyenin ilgili birim yetkilileriyle görüştük.
Komşularımızın ve belediyenin isteklerine tamam dedik.
Ama geyiklere takılmıştık. 
Çevremizdeki orman tam bir geyik cennetiydi. 
Bu güzel hayvanlar yem bulamazsa şehrin kenar mahallelerine iniyor, bahçelerdeki elmaları, şeftalileri yiyorlardı.
Türkiye’deki kediler, köpekler gibi insanların arasında dolaşıyor, kapı önlerine yatıyor, evlerden yiyecek bekliyorlardı.
*    *    *
Komşuların mektuplarını belediyenin ilgili yetkililerine gösterdikten sonra belediye bu kez bizden evin planını komşulara göndermemizi istedi. 
Gönderdik.
Komşularımız, planımızı uygun bulmuş, olumsuz tepki gösteren olmamıştı.
… …
Komşularımızdan onay alan planımızı, son olarak belediye inceledi. 
Belediyenin karar vereceği gün projeyi savunmak bana düştü. 
Ben de ‘…Kasaba halkının bizi çok iyi karşıladığını, iki kızımızın burada eğitim gördüğünü, kanunsuz hiçbir işe kalkışmadığımızı, vergilerimizi düzenli olarak ödediğimizi, bir eğitim kurumunda çalıştığımı v.b…’ anlattım. Tanıklarımız, ‘…Konuşmamın etkili olduğunu, kararın olumlu çıkacağını…” söylediler.
Sonuçta karar açıklandı.
Önce kentin kanun ve nizamlarına uyma gayretimiz için kibar bir şekilde teşekkür edildi. Sonra da isteğimizin reddedildiği… açıklanıp, gerekçeli karar bize tebliğ edildi.
Gerekçeli kararda; ‘…Bölgede bizim arsaya benzer pek çok arsa olduğu; bizim arsamıza iki ev izni verilmesi halinde, diğer arsa sahiplerinden de benzeri taleplerin gelebileceği, böyle bir durumda da kasabanın yeşil dokusunun bozulacağı…’ belirtiliyordu.
Şaşkındım ama üzülmemiştim.
Hatta sevinmiş, mutlu olmuştum.
“İşlerine bu denli sarılmaları, kasabaları üzerine bu denli titremeleri…” içimi tanımı güç duyguların sarmasına neden olmuştu.
Uygarlık böyle bir şeydi işte.
O an bu denli uygar bir toplumda yaşama fırsatı bulduğum düşüncesiyle mutlu oldum.
*    *    *
Bir ortamın, bir kentin güzelliğini korumak gerçekten de ciddi bir işmiş. 
O gün, oracıkta neden bu denli güzel bir yerde yaşadığımın bilincine vardım.
Daha sonraki günlerde belediyenin çok daha başka güzelliklerini öğrendim.
* Belediye, özel mülkiyet alanlarında olsa bile ağaçların kesilmesine izin vermiyor; ağaç yaşlı ise yerine, yenisini dikmek koşulu ile kesilmesine izin veriyordu.
* Özel mülkiyet alanı olsa bile herhangi bir bahçenin çimleri uzar da kestirilmez ise o bahçenin çimleri belediye tarafından kesiliyor; parası, o bahçe sahibinden tahsil olunuyordu.
* Ve alaturkalık bu ya; Türkiyelilikten kendini kurtaramayan, kendini hâlâ Türkiye'de zanneden müteahhit akrabam, çatı katına, planda olmayan (kaçak) bir oda kondurmuştu... 
Ertesi gün belediye, bu odayı yıkmadığı her gün için 2500 dolar ceza keseceğine dair bir ihbarname gönderdi. 
Akrabam o gece uyumadı ve odayı yıktı.
…. …
Cennet gibi bir ortamda yaşamanın bir bedeli vardı ve ortamda yaşamak isteyen (istinasız) herkes bu kurallara uymak zorundaydı.
Bu kent, yıllardır o nedenle yaşanılası bir kentti…
Ve o nedenle ilk günkü gibi yemyeşil kalmıştı.”
*    *    *
Evet, Indiana Üniversitesi'nden emekli Profesör İlhan Başgöz Hoca’mız böyle diyor, bunları anlatıyor…
Anladık, anlayabildik mi?
??!!...
Sanmıyorum…