Kurtuluş Savaşı’nın ardından neden hemen demokrasi kurulmadı? Bu soru bugün bile sıkça soruluyor; ancak yanıtı sanıldığı kadar basit değil. Demokrasi, yalnızca bir yönetim biçimi değil; toplumsal olgunluğun ve kurumsal birikimin ürünü olan uzun soluklu bir süreçtir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının devraldığı Anadolu’ya baktığımızda, bu sürecin neden hemen başlayamayacağını anlamak mümkündür.
İlhan Selçuk’un çizdiği tarihsel tablo bunu çok net anlatır: “Yakılmış şehirler, tükenmiş bir nüfus, yüzde 95’i okuma yazma bilmeyen yoksul bir halk, çökmüş bir ekonomi, işlemez kurumlar, gerici yapılarla kuşatılmış bir toplum…” Kısacası demokrasi için gerekli hiçbir toplumsal dayanak yoktu. Bu nedenle toplum demokrasiyi bekliyordu; ama demokrasi önce toplumu beklemek zorundaydı.
Demokrasi çoğu kez yanlış anlaşılır. Sandık kurulur, oy verilir ve bunun demokrasi olduğu sanılır. Oysa demokrasi sadece oy kullanmaya indirgenemez. Eğitimli bir kitle, güçler ayrılığı, bağımsız bir yargı, üretime dayalı bir ekonomi ve bilinçli yurttaş gerektirir.
Platon’un 2500 yıl önceki uyarıları bugün hâlâ geçerlidir:
“Eğitimsiz kitle demokrasi üretemez.
Halk, güzel söz söyleyeni kolayca lider yapar.
Denetim mekanizmaları yoksa demokrasiden diktatör çıkar.
Bilgi yerine tutkular hâkim olursa yönetim demagogların eline geçer.”
Bu nedenle demokrasi, kendiliğinden ortaya çıkan değil; toplum tarafından hazırlanması gereken bir iklim ister.
Cumhuriyet kurulduğunda elimizde olanlar sınırlı, olmayanlar ise saymakla bitmeyecek kadar çoktu. Sanayi yoktu, sermaye yoktu, üniversite yoktu, banka yoktu; hatta tarihimizi yazacak tarihçilerimiz bile yoktu. Kadınlar toplumsal yaşamın dışındaydı; tarikatların etkisi güçlüydü, yurttaşlık kavramı henüz oluşmamıştı.
Bu koşullarda demokrasi kurmak, binanın olmadığı yere çatı yapmaya benzer.
Cumhuriyet kadrolarının ilk işi, “demokratik toplumun altyapısını” kurmak oldu:
Eğitim seferberliği, hukuk devrimi, ekonomik kalkınma, kadın hakları, bilim kurumları, bağımsız bir ulus devlet… Bunların her biri, demokrasinin olmazsa olmaz koşullarını oluşturan temel etkenlerdi.
Toplum önce ayakta durmayı, sonra yürümeyi, en sonunda ise kendi kaderini belirleyecek bilince ulaşmayı öğrenmek zorundaydı.
Bugünün Türkiye’sine baktığımızda, İlhan Selçuk’un sözü daha da anlamlı hâle geliyor: “Hiçbir şeyimiz yokken neler yapmışız; her şeyimiz varken neler yapamıyoruz…”
Bugün üniversiteler, medya, ekonomi, hukuk yapıları ve iletişim kanalları var. Ama aynı zamanda:
Bilgi yerine slogan,
Kurum yerine kişisellik,
Denetim yerine sadakat,
Yurttaş yerine taraftarlık öne çıkıyor.
Demokrasinin yaşayabilmesi için yalnızca sandık yetmez; demokrasi, toplumun ortak akılla hareket etme iradesini gerektirir.
Günümüz Türkiye’sinde demokrasinin güçlenmesi beş temel unsura bağlıdır:
1. Nitelikli Eğitim: En güçlü oy, vatandaşın zihninde verdiği oydur.
2. Bağımsız Kurumlar: Basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve etkili denetim mekanizmaları olmadan demokrasi yaşayamaz.
3. Ekonomik Adalet: Aşırı yoksulluk otoriterliğin kapısını aralar; refah ise özgürlüğün özüdür.
4. Yurttaşlık Bilinci: Demokrasi “ben” değil, “biz” duygusuyla kurulur.
5. Şeffaflık: Hesap vermeyen yönetimde demokrasi, yalnızca bir ambalajdan ibarettir.
Demokrasi bir günün değil, bir dönüşümün ürünüdür. Ne bir devrimle ansızın gelir, ne de eksiksiz işleyebilmesi için toplumun hazırlığını beklemeden yaşayabilir.
Başlıktaki karşıtlık aslında gerçeğin en yalın ifadesidir: Toplum demokrasiyi bekliyor; demokrasi de toplumu…
Bugün bize düşen, bu karşılıklı bekleyişi sona erdirmek; demokrasiyi yalnızca sandıkta değil, eğitimde, kurumlarda, üretimde ve toplumsal bilinçte büyütmektir. Aksi hâlde Platon’un uyarısı her zaman geçerli kalacaktır: Demagoglar çoğalır, demokrasi gölgede kalır, toplum yeniden beklemeye mahkûm olur.