Her çağın kendine özgü bir krizi vardır. Bizim çağımızın en sessiz ama en derin krizi, belki de sağduyunun yitimi.
Oysa sağduyu, insan olmanın en eski ve en sade bilgeliğidir. Ne dinin buyruğudur, ne bilimin yasası. Sağduyu, içsel bilgeliktir. İnsanın içinde yaşayan küçük ama güçlü bir sestir; “dur, düşün, hisset” diye uyaran.
Benim için sağduyu, yalnızca mantığın değil, kalbin rehberliğidir. Doğruyu görmek kadar, doğruyu hissetmektir. Kimi zaman bir sözü söylemeden yutmak, kimi zaman biri incinmesin diye susmaktır. Birine kapını açmak, sofradaki son lokmayı paylaşmak, yaşlı birine yer vermek, bir hayvana su uzatmak... Bunlar küçük ama anlamı büyük davranışlardır; çünkü içinde insanı insan yapan denge vardır. Sağduyu, iç dünyamızla dış dünyamız arasında kurduğumuz görünmez bir köprüdür.
Antik çağlardan beri filozoflar “erdemli yaşam”ı aradı. Aristoteles, insanın amacını “ölçülü olmak”la tanımladı. Sağduyu işte bu ölçünün günümüzdeki adıdır. O, bireysel özgürlükle toplumsal sorumluluk arasında kurulmuş bir altın orandır. Ne aşırı bireycilik ne de kör itaattir; sağduyu, özgürlüğün merhametle dengelendiği yerdir.
Bugün “ben böyleyim” diyerek her davranışı meşrulaştıran bir çağda yaşıyoruz. Ama “birarada felsefesi” bize başka bir şey söylüyor: Ben, seninle varım. Sen olmadan ben eksik kalırım. Bu yüzden sağduyu, birarada yaşamanın ahlakıdır. Bir köprüdür o, ben’den biz’e, biz’den evrene uzanan. Sağduyu, kendini merkeze alırken başkasının varlığını unutmamaktır.
Bir çocukla resim yaparken onun çizgisine karışmadan yön göstermeyi bilmek, bir dostun derdini dinlerken kendi yargını susturmak, bir ormanda yürürken toprağın altındaki canlıya zarar vermemek... Hepsi sağduyunun hayat bulduğu anlardan biridir. Sağduyu sadece “doğruyu bilmek” değil, doğruyu doğru zamanda ve doğru biçimde uygulayabilmektir. Bu, bilgelikle sabrın buluştuğu noktadır. O yüzden her sağduyulu davranış, aslında küçük bir etik eylemdir. Her biri, insanlığın ortak hafızasına bir ışık ekler.
Hiç kimse sağduyuyla doğmaz. Nasıl ki bir ressam renkleri zamanla tanır, armoniyi sezgileriyle öğrenir; insan da yaşamın içinde, empatiyle yoğrularak sağduyu kazanır. Ailede başlar, okulda, sokakta, toplum içinde gelişir. Bir çocuğa “teşekkür et” demek, yalnızca nezaket öğretmek değil, onun ruhuna birarada yaşamanın felsefesini yerleştirmektir. Sağduyu öğrenilen bir sanattır; duyarlılıkla, sabırla, denemelerle büyür.
Sanat bana hep bunu öğretti: bir resmin güzelliği, yalnızca renklerin değil, duyarlılığın birleşimidir. İnsan ilişkileri de öyledir. Sağduyu, yaşamın görünmeyen çizgisidir; onu kaybedersen, tablo da, toplum da anlamını yitirir. Her şeyin hızla tüketildiği, ilişkilerin yüzeyselleştiği bir dünyada sağduyu, insanı insan yapan derinliktir.
Bir tebessüm, bir anlayış, bir selam, bir sessizlik bile yeter bazen. Sağduyu, hayatın ritmini, insanın vicdanını, dünyanın dengesini taşır. Ve unutmayalım:
Gerçek bilgelik, dünyayı değiştirmeden önce kendini anlamaktan geçer.
Sağduyu da işte o anlayışın en sade, en insani hâlidir.