Her yıl Engelliler Haftası geldiğinde sokaklarda birkaç afiş görürüz, sosyal medyada birkaç cümle dolaşır, belki bir panel haberi düşer gözümüze. Sonra takvim yaprağı çevrilir ve hayat, hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Peki gerçekten “engeller”i konuşmuş olur muyuz? Yoksa yine sadece “engellileri” mi?
Aslında en zor kırılan, beton duvarlar ya da merdivenler değil; kafamızın içindeki görünmez basamaklar. Çünkü kaldırıma rampa dökmek, zihni dönüştürmekten çok daha kolaydır.
Engelliler Haftası’nda en çok duyduğumuz cümlelerden biri şudur: “Onlar için bir şeyler yapmalıyız.” Bu cümlenin içinde masum görünen ama oldukça problemli bir bakış saklıdır: “Biz ve onlar.” Sanki hayatın merkezinde “biz sağlıklılar” vardır, engelli bireylerin yaşamı ise bizim iyi niyetli jestlerimize bağlıdır. Oysa asıl soruyu şöyle sormak gerekir: Bizim kurduğumuz bu kentte, bu sistemde, bu dilde kimleri dışarıda bırakıyoruz?
Asansörü olmayan bir devlet dairesi, rampasız bir okul girişi, sesli uyarı sistemi olmayan bir otobüs durağı, iş görüşmesinde adaya değil de sandalyesine bakan bir insan kaynakları görevlisi… Bunların her biri aslında aynı şeyi söyler: “Burayı senin için düşünmedik.” Yani engel, çoğu zaman insan bedeninde değil; bizim planlarımızda, önceliklerimizde ve kör noktalarımızdadır.
Bu yıl Hollanda’da, Engelliler Haftası kapsamında EICAS Modern Sanatlar Müzesi’nde farklı kültürlerden kadınlarla birlikte bir sanat terapisi çalışması yaptık. Konumuz, görme engelliliği sanat aracılığıyla biraz daha yakından hissetmek, anlamaya ve empatiye yaklaşmaktı. Çalışmanın çıkış noktası şuydu: “Hayatın ritmi, renklerin ritmi, müziğin ritmi… Peki görmesek de bu ritmi yakalayabilir miyiz?”
Önce gözlerimizi bantlarla kapattık. Müziği açtık. Kimse kâğıdın ortasını, kenarını, “doğru” yeri göremiyordu. Kimse diğerinin ne çizdiğini bilmiyordu. Sadece sesler, içimizdeki duygular ve elimizdeki boya vardı. Müzik eşliğinde, gözler kapalı resimler yaptık. Çalışma bittiğinde katılımcılara ne hissettiklerini sordum. Çoğu aynı cümleyi kurdu: “Gözüm kapalıyken daha rahattım, daha özgürdüm. Çizgilerim de renklerim de daha cesurdu. Çok rahatladım.”
İkinci aşamada, göz bantlarını çıkarmalarını ve resme gözleri açık devam etmelerini istedim. Bu kez etraflarını, birbirlerini, kimin ne yaptığını görüyorlardı. Aynı kadınlar bu kez şunları söylediler: “Şimdi biraz daha tedirginim”, “Çevremdekilerden etkileniyorum”, “Yanlış yapmaktan çekiniyorum.”
Çizgiler sıklaştı, renkler duraksadı, hareketler yavaşladı.
Üçüncü aşamada resimlerin sergilenmesini istedim. Yapıtların artık başkalarının bakışına açılacağı düşüncesi, katılımcıları daha da zorladı. “Şimdi daha geriliyorum, herkes görecek”, “Acaba komik mi duruyor?”, “Bir başkasınınkiyle karşılaştırılacak” cümleleri yükseldi. Gözler açıktı ama içe doğru görünmez duvarlar örülmüştü.
Bu kısa deneysel çalışmanın sonunda hep birlikte şunu konuştuk: Gözlerimiz kapalıyken, yani dışarıdan bakan gözleri “unutmuşken”, daha özgür, daha cesur, daha yaratıcıydık. Görebildiğimiz anda, aslında en çok “görülmekten” çekindiğimizi fark ettik. Yani bizi asıl zorlayan, çoğu zaman fiziksel koşullardan önce, başkalarının bakışıydı.
Kısacası, kendi engellerimizi çoğu zaman kendimizin yarattığını; iç dünyamıza, duygularımıza odaklandığımızda renklerle çok daha güçlü, çok daha içten anlatabildiğimizi deneyimledik. Görme engelliliği anlamaya çalışırken, aslında “gören” insanların nasıl kendi kendini kısıtladığını da görmüş olduk.
Ayrıca bu deneysel çalışma filme alındı ve bu belgesel yedi aralıkta Hollanda’da gösterime girecek.
Bu deneyim, Engelliler Haftası’nın bize sorduğu büyük soruyu daha da görünür kılıyor: Belki de mesele yalnızca birinin görememesi, duyamaması, yürüyememesi değil; bizim nasıl baktığımız, nasıl duymak istediğimiz ve kimin yoluna taş koyduğumuzdur. Gözleri görmeyen birinin iç dünyası, bizim “normal” saydığımız bakışlardan çok daha özgür, çok daha renkli olabilir. Onu zorlayan, esas olarak bizim kurduğumuz kurallar, beklentiler, hız, gürültü ve bakışlardır.
Empatiyi çok severiz; “Onların yerine kendimizi koymak”tan sık sık söz ederiz. Ama dürüst olalım: Birçoğumuz günün sonunda kendi rahat koltuğumuza döneriz. Belki bu yıl Engelliler Haftası’nda şunu deneyebiliriz: Bir gün, bir saat, bir yolculuk boyunca kendi bedenimizi değil, mekânı sorgulamak. Bu binaya tekerlekli sandalye ile girmek isteseydim, girebilir miydim? Bu sokakta görme engelli olsaydım yürüyebilir miydim? Bu toplu taşıma aracında işitme engelli olsam, anonsları takip edebilir miydim? Eğer cevap çoğunlukla “hayır” ise, sorun “onlarda” değil, bizim tasarladığımız dünyadadır.
Bu haftanın en büyük tehlikesi, her şeyin bir takvim yaprağının içine sıkıştırılmasıdır. On gün boyunca konuşup yılın kalan 355 gününde susuyorsak, yaptığımız şeye ancak “vicdan tatili” denir. Oysa yapabileceğimiz küçük ama kalıcı adımlar var: Çalıştığımız kurumda ya da yaşadığımız mahallede erişilebilirlik konusunda bir liste çıkarabiliriz. Yerel yönetimlere, okullara, derneklere bu konuda yazılı geri bildirim gönderebiliriz. Projelerimizde, sergilerimizde, etkinliklerimizde mutlaka engelli bireylerin katılımını ve erişimini düşünebiliriz. Arkadaş çevremizde “acıma dili” yerine hak temelli bir dili yerleştirmeye gayret edebiliriz.
Belki de Engelliler Haftası vesilesiyle en başta şunu kabul etmek gerekir: Asıl engel, bir grup insanı “ötekiler” diye ayıran bakışımızdadır. Eğer bu bakışı dönüştürebilirsek, kaldırımlar, binalar, okullar, iş yerleri de peşinden değişmek zorunda kalacaktır. Çünkü kendi engellerimizle yüzleştiğimiz gün, hiç kimsenin bu hayatta “misafir” değil, eşit yurttaş olduğunu nihayet hatırlamış olacağız.


