Yaz tatilinin en sevdiğim yanlarından biri, gezerken öğrenmektir. Elbette gezmenin bir mevsimi yoktur. Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, mutlaka tarihle yüzleşirsiniz. Özellikle antik kentler ve mitolojik geziler, sanki sislerin arasından yükselen bir ses gibidir: Ne tamamen gerçek ne de tümden hayal...

M.Ö. 700’lü yıllarda yazılı hale geldiği düşünülen mitolojik anlatılar, binlerce yıldır insanlığın düşünce dünyasını, inanç biçimlerini ve sanatsal üretimlerini derinden etkilemeye devam ediyor. Her efsane, bir dönemin ruhunu, insanın evrene ve kendine dair arayışını yansıtırken; geçmişin izleri günümüzün taşlarına, sütunlarına, kemerlerine, heykellerine kazınmış durumda.

Bugün Anadolu topraklarında adım attığımız her antik kent, yalnızca bir turistik durak değil, aynı zamanda insanlığın ortak hafızasına açılan bir kapıdır. Ege kıyılarındaki Efes’ten İç Anadolu’nun kalbindeki Gordion’a, Likya’nın kayalıklara oyulmuş mezarlarından Nemrut Dağı’ndaki dev tanrı heykellerine kadar her köşe, bir mitolojinin ayak izlerini taşır. Yol kenarında bir anda karşınıza çıkan bir sütun, bir hamam kalıntısı ya da bir taş kemer sizi sorulara ve ardından müzelere götürür: “Burada kimler yaşadı? Hangi tanrılar, hangi krallar bu topraklarda hüküm sürdü?”

Bu kentlerin görkemi kadar, arkasındaki toplumsal yapı da unutulmamalıdır. Antik şehirler yalnızca tanrı-kralların hayalleriyle değil, aynı zamanda yüzlerce, binlerce kölenin emeğiyle şekillenmiştir. Mermer taşları kesen, heykelleri oyan, amfi tiyatroları yükselten eller; çoğu zaman adları dahi bilinmeyen, toplumun en alt katmanındaki insanlara aittir. Tanrı-krallar kendilerini ilahi güçlerle donatırken, bu köleci düzenin üzerine inşa edilen ihtişamlı yapılar bir yandan hayranlık uyandırırken, diğer yandan tarihin karanlık yüzünü de gözler önüne serer.

İşte bu noktada karşımıza tanrı-kral kavramı çıkar. İnsanlık tarihinin erken dönemlerinde toplumlar, güç, güzellik ve kudreti tek bir bedende toplayan liderlerini ilahlaştırmışlardır. Güneş kadar parlak, fırtına kadar öfkeli, su kadar hayat verici liderler… Hem tanrı hem kral olarak yüceltilen bu figürler, halklarına yalnızca düzen değil, aynı zamanda umut ve inanç da sunmuşlardır. Böylece tanrısallık, insani bir elbiseye bürünmüş; mitoloji ile tarih iç içe geçmiştir.

Bugün Nemrut’ta, Kommagene Kralı Antiochos’un tanrılarla yan yana oturduğu taş heykellerine baktığımızda, yalnızca bir kralın kudretini değil, aynı zamanda halkının arayışını da görürüz. Ya da Troya’da, mitolojinin en çok anlatılan savaşının geçtiği yerde dolaşırken, Homeros’un dizelerinde kaybolmuş bir halkın gerçekliğini hissederiz.

Mitoloji yalnızca geçmişe ait değil; günümüz turizminin de ruhunu taşıyan bir güçtür. Antik kentleri ziyaret etmek, bir anlamda geçmişle konuşmaktır. Sütunlar, heykeller ve harabeler bize sadece taş değil, hikâye anlatır. Ve bu hikâyeler, bizi tanrılarla kralların el ele yürüdüğü, insanların hayranlıkla baktığı o eski zamanlara götürür.

Bugün Anadolu’da bir antik kenti gezdiğinizde kulağınızı toprağa, rüzgâra, taşlara verin. Belki bir tanrı-kralın fısıltısını, belki de bu güzel eserleri yaratan kölelerin güneşten çatlamış yüzlerini duyarsınız.