Yaygın olarak kabul edilen teoriye göre, evrenin üçte biri yaşındaki gezegenimiz yaklaşık 4,54 milyar yıl önce, Güneş bulutsusu tarafından toplanan çakıl taşlarının bir araya gelmesiyle oluştu. Volkanik gaz çıkışı atmosferi ve ardından okyanusları meydana getirdi.

Bilimsel olarak şimdilik böyle açıklanır. Farklı bir çok görüş ve inanç vardır,ama hepsinin ortak yaklaşımı “dünya bizim evimiz”. Hiç bir ayrım olmadan, yaşadığımız coğrafi farklılıkları bir yana bırakarak dünyanın hepimizin evi olduğu bir gerçektir.

Hiç kendimize misafir gibi davranıyor muyuz, evimize gelen misafirlere gösterdiğimiz özeni gösteriyor muyuz? Misafirlere ayırdığımız odaları kendimize ayırıyor muyuz? Hiç böyle düşündündünüz mü?

Misafir olduğunuz evi kirletiyor, orayı yaşanmaz kılıyor, evdeki perdeleri, halıları parçalıyor, camları kırıyor, havasını kirletiyor, yiyeceklerini, bahçesini darma duman ediyor musunuz,  yaşanmaz hale getiriyor musunuz?

Elbette hayır. Bu, bütün kültürlerde böyledir.

Misafir olmanın kuralları vardır. Ancak böyle düşünmüyoruz, kuralları çiğniyoruz. Dünyanın hepimizin ortak evi olduğunu unutuyoruz. Tabii ki, Dünya’yı yaşanmaz kılmak, darmaduman etmek, havayı kirletmek, ağacı-ormanı yok etmek, bitki örtüsünü bozmak, suları bitirmek için elimizden geleni yapıyoruz. 

Nasıl bir anlayış, nasıl yaklaşım?...Oysa ilkel insanlar için de, ilkel inanışlar için de dünya, yaşadıkları alan, doğa çok önemli imiş. Doğaya saygılarından onu ilahi güç olarak görmeye başlamışlar.

Düşünelim; evimiz  şöyle bir hale gelme yolunda hızla ilerliyor. Yeşil alanlar, bitkiler ve ormanlar olmasaydı doğal yaşam yok olurdu. Bununla birlikte bizler de yaşamımızı devam ettiremezdik. Doğa olmasaydı, her yer kurak arazilerle, çorak topraklarla kaplı olurdu. Estetik ve sağlık adına olan her şey yok olurdu. Oksijenimiz azalır, hava kirliliğinin önüne geçemezdik elbette.

Fırat ve Dicle, evimizin çok eski çağlardan bu yana medeniyet nehirleri. Mezopotamya bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış. Yirmi yıl  önce gitmiştim, ara ara tekrar gittim. Ancak en son gittiğimde tarihin, doğanın nasıl yok olduğunu görünce gözyaşlarımı tutamadım.

Onca uygarlık yaşamış, onlara ev sahipliği yapmış, anılar, destanlar, öyküler, yaşanmışlıklar, yazıtlar, eserler  bırakmış misafirler çok uygarmış…Çok medeni ve tam da evlerini seven topluluklarmış. Ancak oradaki yok oluşu Fırat ve Dicle’nin kirlenişi gösteriyor. O güzelim toprakların ve tarihi eserlerin, yerlerini yapay villalara, yapay fiber mağara ve kayalıklara bıraktığını görünce içim acıdı, yüreğim yandı.

Demek ki biz iyi misafirler değiliz. Gittiğimiz, yaşadığımız, yerleştiğimiz her yeri  talan ediyoruz, yok ediyoruz, bizden sonra gelecek konukları düşünmeden.

Ne zaman bencil olduk bu denli, ne zaman bu kadar hoyrat, acımasız olduk?

Milliyetçiliğin tartışıldığı, kim daha milliyetçi diye saatlerce münazaraların yapıldığı şu günlerde, asıl milliyetçiliğin toprağı, yeşili, kültür miraslarımızı korumaktan ve gelecek kuşaklara yaşanası bir dünya bırakmaktan geçtiğini unutmayalım.

Bir insanı sevmekle başladığını hayatın,  hiç unutmayalım.

ANKARA