Sonbaharda meyvesi toplanmamış bir ağacın altına yolunuz düştüyse burnunuzu tutmadan bir saniye bile duramayacağınızı, çürük kokusundan bir mendil kullanmak zorunda kalacağınızı, diğer ağaçlardan da tek bir meyve alınmadıysa bu bahçeden hemen çıkma isteği duyacağınızı bilirsiniz.

Aynı şeyi bir nedenle yaşamını yitirmiş ve ölü bedeni toprak üstünde duran her hangi bir canlının çürüme kokusunu/leş kokusunu çok uzaktan alır ve bulunduğu yere yaklaşamazsınız.

Toplumsal çürümenin de dört yanımızı sardığını basından öğrendiğimizden beri içinizden her hangi bir devlet kurumuna ayağınız gidiyor mu? Bir işinizi görmek içinizden geçiyor mu? Örneğin bir hastanede sağaltımınız yapılacak, acı çektiğiniz bir rahatsızlık durumunda doktora görünme gereksinimi duyacaksınız, sağaltımevine/hastaneye gitmek içinizden geliyor mu? İstemeye istemeye de olsa gitmek zorundasınız, aksi durumda canınız yanmaya devam edecek.

Hangi düşüncelerle bu ikircikli durumu yaşadığımızı bir düşünelim; doktorun ve hasta bakıcının sahte diplomalı olup olmadığını, varsa bile yurtdışındaki denkliği kabul edilmeyen bir üniversiteden alınıp alınmadığını, gerçek bir sağaltımın yapılıp yapılmayacağını düşünmeden sağaltım sürecine başlayabilir misiniz? Zorunlu koşullarda her türlü randevu güçlüklerine karşın almış olduğumuz görüşme tarihinde o incelemeye ayağımı sürüyerek gidiyorum.

Bu örneği bütün devlet kurumlarında yaşayabiliriz. Tapu dairelerinde, hukuksal bir zorunluluk durumunda yargıç karşısında, bir soruşturma için karşısına çıktığınız savcının gerçekten diplomalı olup olmadığına çıkacağınız mahkeme salonunda, eğitim almak üzere başladığınız bir üniversitenin bir fakültesinde büyük ders salonlarında… Tüm alanlardan kastettiğim, lokantasından büfesine, küçük çay evinden büyük eğlence merkezlerine yaşamın her alanıdır. Her yerde bir sahtecilik var her adımınızda, her haber dinleyişinizde, her gazete okuyuşunuzda toplumsal çürümenin kokusunu alıyoruz.

Adı duyulmuş büyük dükkânlarda kullanım tarihi geçmiş malların tarihleri değiştirilerek satışa sunulduğunu, üstü boya maddesi ile kaplanmış et ürünlerinin satıldığını, içi kurt dolu bakliyatın raflarda durduğunu, bozulmuş süt ürünlerinin çocuklarımıza içirildiğini, sakıncalı tavuklu yemeklerin kamplarda veya ünlü lokantalarda servis edildiğini ve insanlarımızın ciddi rahatsızlıklar yaşadığını öğreniyoruz.

Sahte diploma, sahte kimlik, sahte pasaport, sahte şu, sahte bu furyasından kim ne kadar, aslında nereye kadar yararlandı? Bilmiyoruz. Sahte diplomalı bir operatör ameliyata girmişse, sahte diplomalı bir deprembilimci yaşamları tehlikeye atan bir karar vermişse, sahte diplomalı bir mühendisin yapımını tamamladığı bir binada insanlarımız yaşıyorsa, tüm bunların yaşamları ciddi sıkıntıya hatta ölüme yol açan sonuçlarından kim sorumludur?

Para karşılığı diploma, pasaport, TC kimliği aldıklarını gazetecilere açıklayan Iraklı, Suriyeli sığınmacıların bu kimliklerle oy kullanacağını varsayalım. Bu belgeleri bu kişilere kim, hangi siyasal saikle verdiyse oyları da o mecraya akacaktır.

LGS’de ortaya saçılan soru çalma olayı, Üniversite giriş sınavındaki şaibe, yetersiz bilgiyle mezun olmuş diplomalıların ülkeye vereceği zarar düşünülecek olursa sahteciliğin ucu bucağı görünmüyor. Toplum bu kirden arınmalıdır.

Bu gelişmelerin tamamı çürümenin siyasal yapı içinde odaklandığını, hatta kırk diplomasız vekilin mecliste olduğunu öğreniyoruz basından ve bizi yönetenlerin yönetme yeterliği olup olmadığını sorguluyoruz.

Bu karabasanın gerçek demokrasinin var olduğu, liyakatin en ön sırada olduğu, bütün sahteciliklerin tek tek incelenip sonuçlarıyla birlikte yargıya götürüldüğü günleri görmeyi özlüyoruz.

Sorunun kaynağı tek adam rejimidir, sahtecilik de bir iktidar sorunudur.