DARAĞACINDAKİ ADAM

Yazı Çarşı o yıllar küçüktü ve çoğunlukla herkes birbirini tanırdı. Küçük olaylar bile duyulur, konuşulur olurdu.

Yine bir gün sabah kalktığımızda “Darağacında adam asmışlar” diye bir haber duyduk.

O yıllar Ulucami yanındaki Ziraat Bankası binası yoktu. Dünyanın en dar sokağı sayılan ayakkabı tamircilerinin iki metre karelik dükkanları da yapılmamıştı. Bu alanda önü küçük eydanlıklı Ahşap Hükümet Binası vardı. Sonradan bu bina yandı ve daha sonra da tamamen kaldırıldı.

Bu küçük meydanlıkta dini bayram tatillerinde tahtadan yapılmış ‘ma’fel’ denen salıncaklar, telden kaydıraklar kurulurdu. Eğilimli geniş tahtaya diilmiş kutu sigaralara halka attırılır, el tabancaları ile hedefler vurdurulur, küçük eğlence çadırları kurulurdu. Balonlar satılır, nane ve horoz şekerler pazarlanırdı. Bizler de bayram harçlıklarımızı bu eğlence yerinde harcardık. Adamı da bu küçük alanda, şimdiki Ziraat Bankası binasının yerinde astıklarını söylediler. Çok önceleri idamlıklar saat kulesinin yanında asılırmış.

Haberi duyunca ağabeyimle birlikte yalınayarak koşarak gittik. Millet yığılmış, ana baba günü derler ya o biçim. Jandarmalar omuzlarında mavzerlerle etrafı çevirmişler, kimseyi yaklaştırmıyorlar. O günkü görünüm bugün hala gözümün önünden silinmedi, canlılığını koruyor.

Üç ayaklı “darağacı” dediklerini kurmuşlar, ortasında adam asılı duruyor. Asılanın adını dahi unutmadım. Suçu neydi bilmiyorum ama adı Vahit imiş. Özellikle çocukları hiç yaklaştırmıyorlardı.

Ben ağabeyimle birlikte, bugün kapanmış ve yıkıntı halinde de duran tarihi Güpür Hamamı önünde seyrettik.

Sehpada asılı olan adamın başı açık, saçları arkaya taralı. Üzerinde lacivert bir takım elbise var. Boynunda asılı büyükçe önlüğü andıran beyaz bez midir, kağıt mıdır ayıramadığım bir örtü sallanıyor. Asılırken dilini ısırmış olmalı ki, bu beyaz önlüğün üzerinde birkaç damla kan görünüyor. Adam, yumurta topuk ayakkabı giyiyormuş. Bu ayakkabıları özellikle arkasına basarak ‘efe’ geçinenler giyerlerdi. Ayakkabının biri ayağında, diğeri düşmüş. Ayağındaki beyaz örme yün çürapları ile sallanmadan asılı duruyor.

Bir ara yüksekçe bir ağlama sesi duyuldu. Hemen sonra kara faytonun içinden, kara çarşafa bürünmüş bir kadın indi. Ağlayarak faytondan inen kara çarşaflı kadını, asılı duran Vahit’in yanına götürüp, hemen geri döndererek getirdikleri kara faytona bindirerek götürdüler.

Sonra jandarmalar kalabalığı dağıttılar. Biz çocukları yine jandarmalar kovaladı.

Bu anlattıklarım zihnimin derinliklerine kazınmşıcasına gözümün önünde hala canlılığını koruyor. Ne zaman aklıma gelsi, o günkü görüntüyü, çok üzülerek yaşıyorum.

NOSTALJİK BİR ANLATIM

Yazı Çarşı meydanlığı harman sonları hiç boş kalmazdı. Yufka ekmeklik buğdaylarını sokak çeşmesinde yıkayıp, meydanlığa serilen sergilerin üzerine kurutmak için sererlerdi. Sabahın erkeninde başlayan yıkama işlemleri birkaç saatte bitirilirdi. ‘Yeygilik buğday’ taşlarından ‘gavuz’larından yıkanarak ayıklanır, kurumaya bırakılırdı. Kurumaya bırakılan buğdayları özellikle çocuklar, mahallenin dışarıda gezen tavuk ve civcivlerinden korumak için beklerdi. Kuruyan buğdaylar su değirmenlerine gönderilmek üzere çuvallara doldurulup bekletilirdi.

Sonbaharda şehrin yakınlarındaki değirmenin birinde öğütlüüp un halne getirilerek tekrar eve dönerdi. O yıllar her hane tandırda ‘kater kater’ (kuru yufka ekmeğin yığını) yufka ekmek yapar, uzun süre saklanır, her gün ihtiyaç kadarı bir bezin üzerinde hafif ıslanır, bir müddet sonra katlanarak sofralara getirilirdi.

(SÜRECEK)