Emekliler için havalar soğuyuncaya dek kalınacak yerler buralar.

Kalanlar çok.

Biz temmuz, ağustos aylarında gelip kalıyoruz. Önce eşimle ben geliyoruz. Sonra da çocuklar, torunlar...

Akbük körfezinin üç yanı sur gibi dağlarla çevrili.

Körfezin güneyinde Ilbıra dağı, kuzeyinde Karadiken dağı. Bu iki dağın birer ucu doğu yönünde kördüğüm olup düğümleniyor.

Milas ovasında dinlenen Güneş, her Allah'ın günü kördüğümü çözmek için sabaha dek dağın ardını tırmanıyor. Sonra bu düşüncesinden vaz geçiyor. "Günaydın!" diyor körfezdeki dostlarına.

"Günaydın, günaydın!"

Bir gün boyu eğleşip, Didim üzerinde sevdiklerine ayna tuta tuta, ışmarlaşa ışmarlaşa Mavişehir'de denizde kayboluyor.

Körfez, körfez değil de büyük bir su parkı. Bir oyun alanı. Dağın ardından Güneş'in bir damperli araba gibi her sabah getirip boşalttığı aydınlık, gökyüzündeki onlarca gezgin bulut, dağın yüzlerce yıllık bekçileri çam ağaçları, denizin şımarık çocukları ağzı köpüklü dalgalar hepsi körfezde. Okul bahçesinde uzun eşek, birdirbir oynayan çocuklar gibiler. Gün'le birlikte hepsi de denizdeler. Körfezi dolduran deniz, deniz değil de çim saha. Bir bakıyorsunuz Ilbıra'nın çam yeşiline boyanmış, bir bakıyorsunuz gökyüzü mavisine.

Yazlıklar yapılmadan önce Karadiken dağının etekleri zeytinlikmiş. Kimi yazlıkların bahçelerinde o günlerden kalma yüz, iki yüz yıllık zeytin ağaçları, keçiboynuzu ağaçları var.

Zeytin ağaçları, keçiboynuzu ağaçları kesilip, yakılıp yazlık yapılmış yerlerine. Sonra da makilik alanlar akla gelmiş, oralara tırmanmış yazlıklar.

Bizden çok "Gül Yaz evi" seviniyor geldiğimize. Zamanımızın çoğu denize bakan tarafta, kameriyede geçiyor. Bizi tanıdıkça şaşkınlığı çoğalıyor.

İki eş miyiz?

İki arkadaş mıyız?

İki dost muyuz?

İki başı dumanlı dağ mıyız?

Aklı karışıyor.

Eşim, daha kıpır kıpır bugün. Durgun denizin beklenmedik bir anda dalgalanması gibi dalgalandı. Komşu ile konuştuğunu sandım önce. Adam yerine konulanın ben olduğumu anlayınca toparlandım, gözlerimi eşime çevirdim, kulağım da onda:

"(...) Madem makilik yerlere yazlık yapılabiliyor, zeytin ağaçlarının kesilmelerine neden izin verdiniz?"

Bu soru bana sorulmuş gibi davrandım. Çift başlı Hitit kartalı olup havalandım:

"Karşıya, Ilbıra dağına bak. Yüz, iki yüz yıllık çam ağaçları. Çam ağaçlarının arasında ne işi var yazlıkların? Bu bir ihanet değil midir?"

"İhanetin en ağırı." dedi eşim.

Sesine ses verdiğim için sevindi.

"Bizim de otuz yıldır burada yazlığımız var. Didim, aha şurası! Canımız istediğinde Söke, Milas, Bodrum gider geliriz.

Sırtımızı Karadiken dağına yaslayıp, Ilbıra'ya bakıyoruz otuz yıldır. Bakarken suçlu sayıyorum kendimi. Karşımda sanki yaralı bir aslan yatıyor, inliyor. Gözlerimi kaçırıyorum. Birkaç gün sonra torunlarımız gelecek. Buraları onlara da anlatacağım. Dağın yamacındaki yağmalanan yerleri, plansız yapılan yazlıkları bir bir göstereceğim.

Rantın, rantiyeci iktidar olmanın, doğa katliamının, ihanetin belgeleri bunlar, diyeceğim."

Ayağa kalktı eşim, yağmur yüklü bulut olup ağdı üstüme:

" Hıh, torunlara, çocuklara bunları diyecekmiş! Onlar bizden daha iyi görüyor dağa taşa verilen zararları. Kör, sağır, dilsiz olan bizleriz. 'Ne yaptınız dede?' diyecekler. Suçu üstümüzden atmaya kalkmayalım! Otuz yıldır bu yamaçta, zeytin ağaçlarının, keçiboynuzu ağaçlarının kökleri üzerinde oturuyoruz. Çocuklarımızı da kendimize benzettik. Doğa yağmalanırken, elin adamları dağlarımızda altın ararken, limanlar, fabrikalar satılırken hep seyrettik. Torunlarımız bizim gibi olmayacaklar. Seçimlerde al satçı, pazarlamacı, doğa düşmanı siyasetçileri seçmeyecekler.

Hırsızlara, yağmacılara alkış tutmayacaklar. Hadi sana iyi seyirler! Otur, eserini seyret!"

İçindeki öfkesini boşaltmıştı. Yetmiş yılın ağrısını acısını dizlerinde sürükleye sürükleye, katarakt ameliyatlı gözlerini saklaya saklaya yazlığın denizi, dağı görmeyen tarafına, yoldan tarafa geçti.