Uçak yapıp, ihraç eden bir ülke iken; sömürgeci güçlerin ağzına bakan, iki yakası bir araya gelmeyen bir ülke haline geldik.

Hemen hemen her konuda, gelişmiş ülkelerin ardında nal topluyoruz.

Çünkü Atatürk’ün ölümüyle birlikte; ne yaptığını, niye yaptığını bilmeyen yöneticiler tarafından yönetiliyoruz.

Her şer, Atatürk’ün ölümüyle birlikte başladı.

Ulu Önder’in çok erken ölümü, ilk kırılma noktası oldu.

Bu kırılma, her tür kötü gidişin miladı oldu, pek çok kırılmayı ardı ardına tetikledi.

“Tam bağımsızlık” ilkemizden ödün verilerek, dünyanın en organize sömürgeci gücü Amerika’nın yörüngesine girildi.

Amerika’nın; “Siz tarım ülkesisiniz. Tarıma ağırlık verin. Silah sanayi sizin işiniz değil, o tür gereksinimlerinizi ben karşılarım; kapatın uçak fabrikası ve benzer fabrikalarınızı…” politikasına boyun eğilerek; pek çok konuda elimiz, kolumuz ve geleceğimiz bağlandı.

Bu durum ikinci büyük kırılma noktası oldu.

İslam dünyasının yapısını çok iyi irdeleyen, bu dünyada yaşanan ve yaşanacak keşmekeşlikleri çok iyi bilen, tüm dünyanın başının belası bu sömürgeci ülke; bu kez “çok partili sisteme geçilmesi için” telkinlere başladı.

Bu telkinlerin sonucu, 1946 yılında çok partili sisteme geçildi.

Bir İslam Toplumu için erken sayılabilecek süreçteki bu zamansız ve hazırlıksız geçiş; ülkenin henüz oturmamış tüm sistemlerini altüst etti; bu durum üçüncü büyük kırılma noktası oldu.

Şu an çekilen tüm sıkıntıların, tüm açmazların temelinde bu kırılma noktası yatar.

“Dördüncü kırılma noktası” olarak niteleyebileceğimiz, bir başka kırılma noktası da Köy Enstitülerinin kapatılması olayıdır.

Bugün, bu yazımda, yaşanan kırılmaların en büyüğü olan “Köy Enstitüleri kırılmasını” anlatmaya çalışacağım.

Yansız yabancı gözlemciler; “Türkiye’nin, Köy Enstitülerini kapatmakla, kendi elleriyle, kendi şah damarını kestiğini…” söylerler.

Bu çevrelere göre, Köy Enstitüleri kapatılmasaydı; ülke her alanda, çok büyük aşama kaydedip, ülkenin dört bir yanıyla aynı anda ve aynı oranda kalkınacak; dolayısıyla Kürt sorunu kendiliğinden çözülmüş olacağından, terör sorunu yaşanmayacaktı.

* * *

Yokluk içinde savaşarak, yokluk içinde kurulan bu ülke, çok büyük yokluk ve yoksulluk içindeydi.

Elde yoktu, avuçta yoktu.

Ama doyurulması, eğitilmesi, kalkındırılması gereken yüz binlerce insan vardı.

600 yıllık Osmanlı Devleti’nin ümmetleştirdiği ve suskunlaştırdığı bu halkın, en ücra köşelerdeki çocuklarını bünyesine ve himayesine alıp, eğiten, eğitirken de üreten bir kurum gerekliydi.

O kurum, Köy Enstitüleri oldu.

Yaşar Kemal, “Köy Enstitüleri, 20. Yüzyılda Türklerin yarattığı ve insanlığa armağan ettiği en büyük buluş, en akılcı organizasyon idi” der.

Doğrudur.

Köy Enstitüleri o günlerin, hatta ve hatta bugünün Türkiye’sinde bile mutlaka ve mutlaka olması gereken, eğitirken üreten bir kurumdu.

O günün Eğitim Enstitülerinde; (günümüzde en çok gereksinilen) eğitimlerini tamamlayan öğrencilerin, hizmet verecekleri bölgelere gittikleri zaman; aldıkları eğitimi satabilecek kapasitede, liderler olmaları hedefleniyordu..
Aşı tutmuş, bu okullardan mezun olan gençler, görev bölgelerinin liderleri olmuşlardı...

Yalın ayakla, yırtık mintanları ile geldikleri bu okullarda, çalışmışlar, duvar örmüşler, yonttukları taşları sırtlarıyla taşımışlar, harç karmışlar, kerpiç dökmüşler, içinde yatacakları yatakhaneleri, eğitim-öğretim görecekleri dershaneleri, işlikleri, laboratuvarları, besihaneleri, kümesleri, kütüphaneleri bizzat kendileri yapmışlardı.

Sebze bahçesinde sebzeciliği, tarlada tarımı, besihanede besiciliği ve sütçülüğü, tavuk çiftliğinde yumurtacılığı, dikiş dikmeyi, arıcılığı, bağcılığı, balıkçılığı öğrenmişlerdi.

… …

Bütün bunları yaparak, yaşayarak öğrendiler

Öğrenirken ürettiler

Eğitim ve öğretimde akıl ve bilimin önemini kavradılar. Tüm yararlı alışkanlıkları, davranışları kazandılar.

Yılda en az 25 Dünya Klasiği okuyarak aydınlandılar.

Şüpheciliği benimseyip, sorgulayıcı oldular.

Demokratik tavır ve davranış kazandılar

Ve sonuçta, öğretmen oldular.

Tahta bavulları ile Anadolu'nun dört bir tarafına dağıldılar.

Gittikleri köyün okulunu, köylüleriyle birlikte yaptılar. Görev bölgelerinin liderleri oldular.

Güneş olup ışık verdiler…

* * *

Ancak “üçüncü kırılma noktası”, “dördüncü kırılma noktasını” doğurdu.

Kısa zamanda elde edilen bu parlak başarılar, dünyaca tanınmış tüm eğitim uzmanlarının alkışladığı bu organize; toprak ağalarının, gerici ve tutucu çevrelerin gözüne battı.

Çok partili hayata geçer geçmez, bu çevrelerin ilk işi, bu enstitülere cephe almak oldu.

Türk köylüsünün okumasını, gözünün açılmasını, adam olmasını, devrim ilkelerini öğrenip, haklarını koruyabilecek güce erişmesini çekemediler.

Çok partili(!) sözde demokrasinin ilk işi, bu enstitüleri kapatmak oldu.

* * *

Bugün içinde bulunduğumuz tüm açmazların nedeni ve tetikleyicileri işte bu dört kırılma noktasıdır.

Onu bilir, onu söylerim.