Müfettiş M. T. ile tartışmak anlamsızdı. Süttozu pişirmeyi okulda bir iki kez denemiştik ama olumlu sonuç alamamıştık. Çoğu öğrenci süttozundan yapılan bu sütü sevmemişler, dökmüşlerdi. Kimisi de dağıtım esnasında ellerindeki su bardaklarına sahip olamamış, onları düşürüp kırmışlardı. Bir su bardağının kırılması bile öğrenci velilerinin haklı şikâyetlerine neden olmuş; bu da bizleri rahatsız etmişti.

Şu bir gerçekti ki; köy çocuklarının hepsinin de evlerinde sütünden, yararlandıkları sağmal inekleri ve davarları vardır. Ve o büyük ve küçükbaş hayvanların sütünden yapılan yoğurt, yağ ve peynirleri; tarlalarından elde ettikleri ekinlerinin unu varken kim dönüp bakardı ki Amerika’nın son kullanım süresi geçmiş gıda maddelerine.

Müfettiş M. T. için; öğretmenin halkla iletişimi, köyde yaşadığı sıkıntılar, eğitim öğretim sorunları ve bunların açmazları hiç de önemli değildi. Onun için eğitim öğretimden çok, Amerikan yardımı gıda maddelerinin okulda hazırlatılıp tüketilmesi önemliydi.

Hatta 17 Şubat Cumartesi sabahı, Muhtar Çelebi’nin atıyla denetim için gittiği Çiçeklikeller köyünden bile, kendisini götüren köy bekçisi aracılığıyla bana gönderdiği pusulada aynen şöyle yazacaktı:

“Muzaffer Bey,

Gıda maddelerinin öğretmenler gözetiminde hazırlatılarak, öğrencilere okulda yedirilip, içirilmesinin gerekliliğini yeniden hatırlatırım! İlköğretim Müfettişi M. T.”

Elbet buyruklara uyulacaktı ama o buyruklar uygulanabilir olmayınca ben de koşulların elverdiği biçimde hareket edecek, gıda maddelerini öğrencilere dağıtmayı sürdürecektim. Yoğaltım (tüketim) çizelgelerini de düzenli bir biçimde tutup, her ay ilköğretim müdürlüğüne iletecektim.

O öğretim yılı sonunda Müfettiş M.T’nin hakkımdaki denetim raporu, başarısız olarak gelecekti. Müfettiş M.T. beni eğitim, öğretim ve yönetim konusu da dahil her konuda başarısız bulmuş. Gıda maddelerinin yoğaltımı konusunda kendi bildiğim gibi değil de yasa ve yönetmelikler doğrultusunda hareket etmem gerektiği uyarısıyla, meslekteki ilk yılımın çalışma raporunu “başarısız” olarak vermişti. Bu rapor 33 yıllık meslek yaşamımın tek başarısız ve yetersiz raporudur.

Bu konu üzerine başka yorum yapmayacağım.

ELİMİ YAĞLA HAŞLIYORUM

23 Şubat 1962, Cuma.

Ramazan ayının 17. günü. Oruçluyum.

Akşam okul paydosundan sonra odama dönüp, sobamı yakıyorum hemen. Her akşam olduğu gibi bu akşam da yine yemek derdine düşüyorum. Sabah okula giderken suya bir pişirimlik tarhana koymuştum. O da akşama kadar yumuşamıştı. Mavialev marka körüklü gazocağımı yakıp, annemden öğrendiğim biçimde tarhana çorbası pişiriyorum. Tarhana çorbasının üzerine yağda yakılmış nane ekilmeli ki tadı ve lezzeti tam olsun. Hele de annemin yaptığı tarhana çorbalarına, o naneli kızgın yağı, döktüğü zaman çıkardığı “coz” sesi ve yaydığı o hoş kokusu nasıl da iştahımızı kabartırdı. O kokuyu duyumsamak bile ayrı bir haz verirdi bize.

Ben de naneyi yağla birlikte kızartıyorum ama ne yazık ki çorbaya katamıyorum. Birçok konuda olduğu gibi yemek pişirme konusunda da oldukça acemi ve deneyimsizim. Demir sapı tavasından da ağır küçük bir yağ tavamız vardı. Annem, köyden gelirken o tavayı kullanmam için bana vermişti. Koyduğunuz yerde dengede durmaz, sapı mutlaka ağdırırdı. Eğer ocağa dengeli olarak yerleştiremezseniz, sap tarafına devrilip, içindekiler ters yüz olurdu. Ben de bu durumunu bildiğim için, yağ tavasını gerekli durumlarda gazocağının üzerine özenli ve dengeli biçimde yerleştirirdim her zaman. İşte o gün de naneli yağı kıvamında kızartıp tarhana çorbasının üzerine dökecektim ki... Nasıl oldu, ne yaptım, anlayamadım açıkçası. Sapının ağdırmasıyla birlikte dengesi bozulan tava, içindeki naneli kızgın yağla birlikte, sol elimin üzerine ters yüz olmaz mı?… Sol elimin üzeri parmaklarımla birlikte haşlanmaz mı? 

“Aman Allah, yanıyorum!”

Sağ elimle sol elimin bileğini kavramış, acıdan kıvranarak dört dönüyorum odanın ortasında. Yanık acısı dayanılır gibi değil. Sonra bir tas soğuk su döküyorum elimin üzerine. Olmuyor. Acısı azalmıyor. Ardından su kovasına daldırıyorum yanık elimi. Bir süre bekleterek acısını hafifletmeye çalışıyorum. Bu sırada imamın sesi duyuluyor. Akşam ezanını okuyor. Ardından da bir silah sesi, iftarı duyuruyor köylüye. Millet şimdi iftarını açmaya başlamıştır kuruldukları sofralarının başında. Bense, elimden tüm bedenime yayılan acılarımla baş başayım. Orucumu bozup, yemek yiyebilecek durumda mıyım ki?

Zaman ilerliyor, dışarıda hava iyice kararmaya yüz tutuyor. Odamı ise, hala yanmayı sürdüren gazocağının alevi aydınlatıyor. Bense, su kovasının içinde olan yanık elimle, acıdan yapılmış bir yontu gibi somyanın kıyısında devinimsiz oturuyorum.                    

            (SÜRECEK)