SONUNDA SUNGURLU’DAYIZ

Yarım saat sonra sağ salim ulaşıyoruz Sungurlu’ya. Araba, Saat Kulesi’nin karşısında duruyor. Bedenlerimiz ayazdan buza kesmişti ama donmamış, ölmemiştim. Arabanın tepesinden uyuşmuş, keçeleşmiş bedenlerimizle; canı çekilmiş ellerimizle nasıl tutunup indik, doğrusu anımsayamıyorum. Kar, kasabayı da tutsak almıştı. Yollarda ezilen karlar erimeye yüz tutmuş;  sokaklarda da tekleme insanlar vardı.

İlk işimiz kendimizi, muhtarın rehberliğinde bir çayevine atmak oluyor. Daha kapıdan girer girmez, alev gibi yalıyor yüzümüzü içerinin havası. Bir yığın insan, çayevinin ortasında yanan büyük bir sobanın çevresine halkalanmış ısınıyorlardı. Belli ki onlar da soğuktan gelmiş, oldukça üşümüşlerdi. Çoğu mahmurlaşmış gözleri ve sıcaktan gevşemiş bedenleriyle, yarı uyur, yarı uyanık durumdaydılar sandalyelerinde.

Birer sandalye alarak biz de yaklaşıyoruz sobanın yanına.

Muhtar:

“Selam arkadaşlar bize de yer açın bakalım” diyor.

Bedenlerimizin buzunu çözüp, ısınmak için aralanan boşluğa biz de sığışıyoruz. Garsonun getirdiği çayla da içimiz ısınıyor. Isındıkça da gevşeyen bedenlerinize tatlı bir rahatlık çöküyor, göz kapaklarımız ağırlaşmaya başlıyor. Neredeyse uyuyacağız.

17 Aralık 1961, pazar

Sabahleyin gözlerimi açtığımda, nerede olduğumu kestiremiyorum önce. Sonra bir otel odasında olduğumu anlıyorum. Bir gün önce yaşadıklarım bir bir geçiyor gözlerimin önünden. Açıkçası karabasan gibiydi yaşadıklarım. Yol boyunda karda kışta, böylesine uzun süre araba beklememiştim doğrusu. Kim bilir daha ne çileli günlerim olacaktı. Yaşadıklarımsa, zaman içinde yaşayacaklarımın yanında hiç kalacaktı.

Muhtarla çayevinden bir aşevine (lokantaya) geçmiş, bir güzelce karnımızı doyurmuştuk. Muhtarın ısrarına karşın, hesabı ben ödemiştim. Ardından,  vedalaşıp ayrıldıktan sonra, terziye uğramıştım.

Elbisem dikilmiş, hazır. Üzerimde denedikten sonra iki kat sağlam ambalaj kâğıdına sardırmış, bir fileye yerleştirmiştim. İlk kez bir takım elbise giyecektim. Öğrencilik yıllarında, köyün terzisi Çolak Hasan’ın oğullarına, en ucuz ve en kaba kumaştan pantolon diktirilirdi. İki üç yılda bir de bir ceket alınırdı sırtımıza en ucuzundan. Son iki yıldır da ağabeylerimin eskileriyle yetiniyordum. Hatta sırtımdaki dirsekleri eprimiş ceket küçük ağabeyimin, dizleri pürsemiş, alttan yama vurulmuş pantolonsa, büyük ağabeyimin ayağından çıkmaydı. 1960’lı yıllarda, öğretmen de olsanız yamalı giymek ayıp değildi.

Gıda ve diğer gereksinim maddelerini geçen ay tanıştığım Bakkal Hasan Berber’den alıyorum. Öğretmen arkadaşların çoğu ondan alışveriş yapıyorlar. Kendisinde kırtasiye malzemeleri de bulunuyor.

Aldıklarımı bir file içinde gece kalacağım otelin yazıcı odasına bırakmıştım. O yıllarda naylon poşetler çıkmamıştı henüz. Akşam da kasabanın sinemasına yollanmıştım. Hiç unutmuyorum; filmin adı: “Ölüm Peşimizde” idi. Bizim de gündüz, dört saati aşkın yolda bekleyişimizde, ölüm kokan kar ve ayaz zulmü peşimizdeydi. Filmin konusunu şimdi anımsayamıyorum ama başrollerindeki iki oyuncuyu çok iyi anımsıyorum. Onlar, şöhretinin doruğunda olan Ayhan Işık’la, yeni yeni ünlenmeye başlayan genç yetenek Fatma Girik’ti.

Sinema çıkışında gelip otel odasına atmıştım kendimi. Oldukça yorgun olduğum için, bir an önce yatıp uyumak ve dinlenmek istiyordum. Ahşap otel odasının taban ve tavan tahtalarının her yanından soğuk üfürüyordu. Odadaki göstermelik küçük bir sobanın içine biraz odun konulmuş, bir çırayla bir de kibrit bırakılmıştı yanına. Sobanın içindeki odunlar yanıp bitene kadar çevresine biraz ısı verecek, yeniden buza kesilecekti otel odası.

Sabah uyanıp, pencereden dışarı baktığımda havanın puslu olduğunu görüyorum. Yağmur yağıyor. Kar büyük oranda erimiş. Bedenimde dünkü yorgunluğun ağırlığı vardı yine de. Çabucak üzerimi giyinip, elimi yüzümü yıkayarak aşağı iniyorum. Bir an önce çıkıp gitmek istiyordum bu ahşap otelden. Zemin katta, girişteydi otel yazıcısının odası. Ben içeri girer girmez, uykulu gözlerle doğruluyor yaşlı yazıcı.

Otel ücretini ödeyip, filelerimi alıp çıkarken, ardımdan:

“Yine bekleriz tıfıl muallim, unutma bizi,” diyordu.

Olacak şey değildi. Kimsenin nazarında yetişkin bir insan kimliği kazanamamıştım demek ki.

(SÜRECEK)