ZOR GÜNLER

Zaman içinde öğretmenliğe iyice ısınmıştım. Öğrencilere programın öngördüğü dersleri veriyor öğretiyor, bilgi ve becerilerini, tavır ve davranışlarını geliştirmeye çalışıyorsunuz; ama gelmeyenlerin, ya da geç gelenlerin bunlardan yoksun kalmaları demekti. Onları, devamlı gelen öğrencilerin seviyesine ulaştırmak için de ayrıca uğraşmak gerekiyordu. Bu nedenle dersler aksıyor; ağır aksak kör topal bir biçimde ilerleyebiliyorduk. Çünkü mevcudu altmışı aşan sınıfta kırk dakikalık ders süresinden her öğrenciye bir dakika bile süre düşmüyordu.

Kendisini hala okul müdürü olarak görmesine karşın, Fikri öğretmen devam takip konusunda bana hiç destek vermiyordu. Biraz da işin kolayına kaçıyor; kendi öğrencisinin sorunlarıyla kendi uğraşsın demeye getiriyordu.

Günler yoğun bir uğraşıyla geçiyor. Akşamları okuldan döndükten sonra, bir yandan yıllık ders ve ünite planlarını yapıp bitirmeye çalışırken, diğer yandan da ertesi günün günlük ders planını yapıyordum.

Sonraki günlerde de devamsız öğrencilerimin velilerinin peşine düşüyordum. Muhtar aracılığıyla köy bekçisini göndererek odaya çağırttırıp hepsiyle tek tek görüşerek; “İlköğretim ve eğitimin ilkokullarda parasız ve zorunlu olduğunu, buna karşın direnenler içinse, yasal uygulamaları başlatacağımızı” duyuruyordum. Yasal işlem nedir diye soranlara da konuyu açıyor:

“Önce para, ardından da hapis cezası... Onun için ne siz beni üzün, ne de ben sizi... Çocuklarınızı göndermekten başka seçeneğiniz yok. Devlet sizin çocuklarınızı eğitimli yapabilmek için gerekirse sizi cezaevine sokmaktan bile çekinmez. Bunu böyle bilin” diye gözdağı veriyordum bunlara.

Bu sözüm etkili oluyor, devamsızlık sorunu büyük oranda çözülüyordu. Zaman zaman özürleri nedeniyle izin alanları da geri çevirmiyor, o gün için izinli sayıyordum onları.

Havalar soğudukça odam da soğuyor, çok üşüyordum. Henüz ne sobam, ne de yakacak odunum vardı. En büyük sıkıntım da yemek konusuydu… Yusufların getirdiği bir kucak odun ve çalı çırpıyla yetinmeye çalışıyor; sabahları da yaktığım ocakta su ısıtıp, çay demliyordum. Ya yağda yumurta pişiriyor, ya peynir-zeytinle mide bastırıyor; ya da ekmeğime sanayağı sürüp yiyordum. Öğle yemeğim yok. Açıkçası erinceklikten aç duruyordum. Ancak akşamları pişirdiğim sıcak bir çorbayla içimi ısıtmaya, hem de midemin açlığını bastırmaya çalışıyordum. Günler birbirinin benzeri olarak böyle sürüp gidiyordu işte.

Kimi akşamlar muhtarın odasına gidiyordum. Sobası yanıyor. Orada köylüyle söyleşiyor, dert-sıkıntı dağıtmaya çalışıyorduk. Fikri öğretmen de geliyor. Benim gibi bazı okul ve öğrenci sorunlarıyla başını ağrıtmadığı için Muhtarla iyi anlaşıyorlar; akşamları bolca kâğıt oynuyorlar. Altmış altı, Pişti, Papaz kaçtı, en çok da İskambil... Ben bu konularda oldukça bilgisizim. Bana da öğretip oyuna katmaya çalışıyorlar. Bu konuda çok yeteneksiz olmalıyım ki, beceremiyordum bir türlü. Açıkçası, sadece zaman öldürmeye yönelik böyle ucuz ve basit bir eğlenceden, zevk alamıyordum. Oyun kişiyi eğlendirirken, düşünsel anlamda da eğitmeli, bir şeyler verebilmeliydi. Eşli oyunlarda da yeniliyordum sürekli. Bu nedenle, ne muhtarla ne de Fikri öğretmenle aramızda sıcak bir iletişim kuramıyorduk. Belki de beni fazlasıyla tıfıl bulduklarından ciddiye almıyorlardı.

Arada bir de akşamları odama köyün gençlerinden gelenler oluyordu. Bolca sigara içiyorlar; benim içmeyişime de şaşıyorlar doğrusu. Onlarla da paylaşacağım şeyler sınırlı elbette. Yalnız kaldığımda da günlük planımı, bazı ders levhalarını yapıyordum. Arta kalan zamanda da bol bol kitap okumaktaydım.

16 Kasım 1961 Perşembe.

Akşamüzeri adıma gelmiş bir mektubu iletiyor Yusuf. Mektup, Mehmet Ağabeyimden… Annemin babası Arif dedemin 6 Kasım 1961 günü vefat ettiğini bildiriyordu. Tanımsız üzülüyorum.

“Koca bir çınar daha devrildi,” diyorum.

O dedem ki Balkan Savaşı’na katılmış; ardından da Seferberlik başlayınca yeniden askere alınmış. Sarıkamış Cephesinde Ruslara tutsak düşmüş. Başta kar, fırtına, soğuk olmak üzere tifüs hastalığıyla cebelleşmiş uzun zaman. Soğukta donarak ve tifüs hastalığından ölen binlerce Mehmetçiğin canlı tanığı… Sibirya’ya kadar sürgüne götürülmüş trenle. Yıllar sürmüş sürgünlüğü. Çarlık Rusya’sının yıkılışından sonra da serbest bırakılmışlar. Anayurda geldiklerinden bir süre sonra Mustafa Kemal Samsun’a çıkacak ve “Yedi Düvel”e karşı “Kurtuluş Savaşı” başlatılacaktır. Dedem; Yemen, Çanakkale, Sarıkamış Cephelerinden ve Kurtuluş Savaşından sağ dönen birkaç savaş gazisinden birisiydi köyumuzde.

(SÜRECEK)