Neden olmasın ki?..

Doğduğumuz zaman, alınmış nüfus cüzdanlarımızda: "Falanca ayın ekmek karnesi verildi!" diye damga vardır.

Babam, çocukluğunda daha büyük yokluk çektiklerinden, ekmek yaparken, unu çoğaltmak için efelek otunun kullanıldığını anlatırdı.

1950'den önce, Ankara'nın su gereksinimini karşılayacak Çubuk çayı üzerine kurulmuş  barajcıkdan başka yapay su birikimi yoktu. Günümüzde, baraj gölleri ve göletler ülkenin kurak bölgelerinin kuru havasını nemlendirmekle kalmadı, artan yeşil alan ve ormanlar da yağış zamanlamasını normale yaklaştırdı. Eskiden uzun süren yağmursuz günler olduğundan büyükler yağmur duasına çıkar, biz sokakta oynayan çocuklar da fırsat buldukça:

"Yağmur yağsın sel olsun!

Evimizin önü göl olsun!

Tüccarların gözü kör olsun!

Ver Allah'ım sellice, suluca bir yağmur!" diye bağrışırdık.        Tüccarlara yapılan beddua, ucuza toplayıp sakladıkları buğdayı pahalıya satarak topluma zarar verdiklerine inanılmasındandı.

Ekmekle ilgili ilginç, göz yaşartıcı bir anım var. Bu anımı da sizlerle paylaşmak istiyorum:

Yıl 1956... Askerliğimizin ilk günleri... 12 kişilik masalarda yemek yiyoruz. Bizim masada Güzel Sanatlar Akademisi'nde eğitim almış, "Ressam" dediğimiz arkadaş yemeğini herkesten önce bitirir, "Afiyet olsun!" der, kalkar giderdi.

Arkadaşlarımızdan biri, "Bu ressam ekmeğe ağzını silip gidiyor. Uygun görürseniz, ben bunu uyaracağım." dedi.  Biz de, "Bakalım uygun görürsek sana işaret ederiz, uyarırsın!" dedik.

Ertesi gün Ressam yine "Afiyet olsun!" dedi. Ekmeği ağzına götürüp, masaya bıraktı. Dönüp gidiyordu, biz arkadaşa uyarması için işaret verdik. O da, "Bir dakika arkadaş! Sen her seferinde yemekten sonra ekmeğe ağzını silip gidiyorsun! Hem ayıp, hem günah. Yapma bunu!" dedi.

Ressam gülümsedi. "Ekmeğe ağız silinir mi? Bizim aile terbiyemizde, sofradan ekmeği öpüp kalkmak var!" dedi.

Ressam'a şaşkınlıkla, utanarak baktık ve özür diledik.

*       *       *

Televizyonlar, Türkiye'nin ürettiği her üç ekmekten birini çöpe attığını veya çok daha basit şeylerle karşılanacak yerlerde kullanıldığını söylüyor. Çocukluğumda leblebi tanesi kadar, yere düşmüş ekmeği bile, temiz yere düşmüşse, öpüp başına koyduktan sonra yiyen; kirlendi ise, kuşlar veya karıncalar yesin diye uygun yere bırakan bizlerin, o terbiyeyi kaybettiğini, ayrıca çocuk ve torunlarına aktaramadığını gösteriyor. Ekmeğin üçte birinin ziyan edilmesi beni çok üzüyor.

*       *       *

Yılmaz Özdil, "Pilavı bile ekmekle yerim." diye yazmıştı. Ben de mantının kendisinden çok, suyuna batırdığım ekmek lokmasını severim.

İsraf gibi saçmalığın üstüne, obezite denilen belaya bulaşmada ekmeğin başrol oynadığının anlatımı yetmedi, son günlerde meme kanseri ile ilişkisi olduğu anlatılmaya başlandı.

Bunlardan haberdar olunca, beni aldı bir düşünce: "Ekmek kendisine olan saygımızı kaybettiğimiz için, acaba bizlerden intikam mı alıyor?"

Şaka bir tarafa, israf her bakımdan ayıplı ve de günahlı bir iştir. Aynı zamanda milli gelirin bir kısmının da ziyan olmasına neden olmaktadır. Hem devlet, hem de toplum olarak çare üretmek zorundayız.    

En güzel günler sizlerin olsun...