Kabanın dağıtıldığının gecesinde anam Başöğretmen Fevziye Arna’ya verilmek üzere mektup  yazdırı. Mektup şöyleydi:

“Öğretmenim biz sizin üvey evladın mıyız? Dağıtılan kabanlardan bize de verilmesini bekledik; ancak verilmedi. Biz sizin üvey evladın mıyız? Bize de verin. Ellerinizden öperiz.”

Ben ikinci sınıfta mıyım, üçüncü  sınıfta mıyım, hatırlamıyorum. Bu mektubu anam söyledi ben bir defter yaprağına yazdım. Anam mektubu ağabeyime yazdırmak istediyse de, ağabeyim ne yazdı ne de götürüp verdi. Anam ağabeyime kızıp ilenerek, bana, “sen ver” diye defterimin arasına koydu. Sabah okula giderken de “düşürme, gidince mutlaka ver” diye de sıkı sıkıya tembih etti.

Sabah okula gidince, okulun önünde oturan Başöğretmen Fevziye Arna’nın yanına gittim. Önünde hazırolda durup, başımla selam verdim. Defterimin arasında duran, bir defter yaprağına yazılmış mektubu, çaput çantamdan çıkarıp uzattım. Başöğretmen Fevziye Arna uzatılan mektubu aldı, okudu, bir daha okudu, sonra empati yaparcasına biraz düşündü, daha sonra da “tamam evladım, bir daha dağıtılınca size de veririz” dedi.

Hazırolda bekleyen ben, sevinerek yine başımla selamımı verdim ve sınıfıma girdim. Mektup kendisinde kaldı. Dersler bitip eve gittiğimde anama “Bir daha dağıtılırsa bize de verecek” diye sevinerek, güya müjde verdim.

İlerleyen zamanda bir daha ne giyecek dağıtıldı, ne de bize herhangi bir şey verildi. Oysa, gerçekten bizim böyle dağıtılan şeylere çok ihtiyacımız vardı. Ne ben, ne de ağabeyim okul bitinceye kadar, bırakın kaban giymeyi, öğrenci önlüğü bile giymek nasip olmadı. Çünkü yoktu, alamıyorduk. Bir kalem alınır, ortadan ikiye bölünür, yarısını ağabeyim, yarısını ben kullanırdım. Ancak bana ben beşinci sınıfta iken, beni çok seven, o günlerin Çorum Valisi olan Eşref Erkut’un bekar kız kardeşi, benim spor öğretmenim Mukaddes Erkut siyah önlükle, bir beyaz yaka aldı. Ayağma da “mantar ayakkabı” denilen üzeri bez, bir de spor ayakkabı aldı. Ben Cumhuriyet İlkokulu’nun voleybol takımının takım kaptanı idim çünkü.

O güne kadar okula hep, iplikleri sarkan, iyisinden eprilmiş, söküntülerden örülmüş, yeşil, kolsuz kazakla gittim. Ayağımda da anamın kenarı yırtık ‘soğukkuyu’ lastik ayakkabısı vardı. Bu ayakkabıyı okula giderken ben giyer, okuldan geldikten sonra da anam giyerdi. Bu da bizim okulda dağıtılan o kabana ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu anlatır sanırım...

Yazı Çarşı’daki Cumhuriyet İlkokulunun yerinde şimdi Halk Eğitim Merkezi binası var. Bu güzelim tarihi Cumhuriyet İlkoklu binasını yıktılar, yerine beton yığınını diktiler. Ben gibi binlerce yazı çarşılının, binlerce Çaygeçelinin, binlerce çocukluk anıları bu tarihi binada geçmiştir. Yıkılmasaydı bu anılar torunlara anlatılır, belki de kitap sayfalarında okunurdu ama şimdi o beton yığını binaya hiçbir yaşlı dönüp bakmıyor bile...

Cumhuriyet İlkokulu’nun karşısında iki bakkal vardı. Bunlardan bir tanesini “Güzel İsmail” diye biri işletirdi. Bakkal Güzel İsmail çok tirentez, şık giyindiğinden “Güzel” derlerdi. Bakkal İsmail’in bazen kıravatlı ve fotörlü, ütülü pantolonlu olarak görürdük. Uzun boylu, dalyan gibi bir insandı. Her giydiğini yakıştırır, görüntüsüne imrenirdik. Tam bir beyefendiydi. Hani derler ya ‘İstanbul Efendisi’ diye, o biçim...

Diğer bakkalı, sınıf arkadaşımız Orhan’ın babası İbrahim Ağa işletirdi. (Sınıf arkadaşımız Orhan, diğer sınıf arkadaşımız Çorapsız Orhan değil, ikinci Orhan’dır.)

Cumhuriyet İlkokulu 1953 yılı voleybol takımı.

(SÜRECEK)