Birçok mütareke kabinelerinin birinde Harbiye Bakanlığı'na geçen Cevat Paşa (Çobanlı), erdeminden ve başarısından emin olduğu Fevzi Paşa'ya (Çakmak) Genel Kurmay Başkanlığı'nı önerdi. Fevzi Paşa'yı ben de eskiden tanırdım. Fevzi Paşa, Genelkurmay Başkanlığı'nda ne yapacaktı, ne yapabilir

Eni sonu bu ulusun silaha sarılacağından kuşkusu yoktu. Oysa barış koşullarına göre bütün silâhlar ve her yerdeki cephane itilaf devletlerine teslim edilecekti. Fevzi Paşa, barış koşullarını uygular görünerek, eğer silah ve cephaneler İtilaf devletleri tarafından kolaylıkla gönderilebileceği yerlerde ise, onları Anadolu'nun içinde kalabilecek yollardan gönderir gibi davranmıştır. Mesela Diyarbakır'daki silah ve cephane trenle hemen İstanbul'a gelebilirdi. Fevzi Paşa öyle nedenler buldu ki, bunların kağnılarla Sivas üzerinden Samsun limanına gelmesi zorunlu sayıldı. Şimdiden haber vereyim ki, bütün bu kafileler sonunda benim elimde kalmıştır. Yine mesela Kütahya'da pek çok cephane vardı. Fevzi Paşa trenlerle taşınmaları için, bunların Ankara_Sivas yönünde taşınması emrini verdi. Fakat bunlar emrin içyüzü anlaşılmadığı için kazaya uğramış ve trenle İzmit Körfezi'ne getirilerek denize dökülmüş. Çanakkale'deki toplarımız da yok edilecekti. Gerek Fevzi Paşa, gerek onun yerine geçen Cevat Paşa'nın düzenlemeleri ile bu toplar da, gizlice, sonradan bizim işimize yarayabilecek yerlere gönderildi. İstanbul'daki depolarda bulunan silah ve cephane, hiç kimse farkında olmaksızın, daha sonra istediğimiz yerlere gönderilecek şekilde düzenlendi.

Cevat Paşa bir gün Harbiye Bakanlığı'ndan çekilmek zorunluluğunda kalınca Fevzi Paşa'ya:

-Paşam, göreceksiniz ki, sık sık Harbiye Nazırları değişecektir. Fakat siz yerinizde kalınız ki, başlanılan işleri yürütebilesiniz!

Fevzi Paşa'nın, Ankara'ya gelinceye kadar, nasıl acılara katlandığını, süngü tehditleri altında bile beni aydınlatacak ve bilgilendirecek önlemler almış olduğunu söylemeliyim.

Vahdettin kabinelerinde benim için iki zıt görüş olduğunu yukarıda söylemiştim: Biri, beni yanlarına kazanmaya çalışanlar; diğeri, hiçbir şekilde güvenilmemesi gerektiğini iddia edenler! Aylarca tartışmalardan sonra hangi fikir kazanmış bilir misiniz: "Mustafa Kemal'e güvenilemez! Mustafa Kemal, İstanbul'da birtakım olumsuz telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul'dan uzaklaştırmak gereklidir. Mustafa Kemal'i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli!"

Sonunda bu karar üzerinde anlaşmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım beni kutladılar.

Beni İstanbul'dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını sananlar, akıllı bir bahane aramakla meşguldüler. Sonunda bu bahane, işgal kuvvetleri subaylarının raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi. Bir gün Harbiye Bakanı rahmetli Şakir Paşa (Mehmet Şakir Gürcü) beni makamına davet etti. Bürosunda karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı:

-Bunu okur musunuz? dedi. Dosyayı baştan sona kadar gözden geçirdim. Özeti şu idi: "Samsun ve çevresindeki Rum köyleri, Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. İstanbul hükümeti bu vahşi tecavüzlerin önüne geçememektedir. Bu çevrenin güvenlik ve huzurunu sağlamak insanlık borcumuzdur.”

Raporlar İstanbul hükümetine verilirken bir de protesto eklenmişti: "Bu tecavüzleri engellemek gerekir. Eğer siz yapamıyorsanız, görevi biz üstümüze alacağız."

Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Bakanı'nın yüzüne baktım:

-Emriniz Paşam? dedim

-Sizce bu böyle midir,

-Sanmıyorum, fakat bir şeyler olma olasılığı vardır. Bunun üzerine asıl konuya geçti:

-İşte, dedi, böyle midir, değil midir, evvela bunu ortaya çıkarmak için oralara bir kişinin gidip incelemelerde bulunması gerekir. Ben sadrazam paşa ile görüştüm. Sizi uygun gördük. Oraya gidiniz ve sorunun özünü anlayınız.

-Memnuniyetle giderim. Ancak ben oraya Türkler Rumlara zulmediyor mu, etmiyor mu, yalnız bunu anlamak için mi gideceğim; görevim bu mudur?

-Evet, dedi, konuştuğumuz budur!

-Pekala, yalnız izin verirseniz, görevime bir şekil vermek lazım! Sizi üzmeyeyim, arzu ederseniz genelkurmay başkanımızla görüşerek bunu kararlaştıralım!

-Hay hay! dedi. Bakanlık makamından çıkarak, Fevzi Paşa'yı aradım. Yerinde yoktu. Yirmi günden beri hasta olduğu için gelmediğini söylediler. Merak ettim. Acaba yeni bir rahatsızlığı mı vardı? Çok sonra anladığıma göre sorun şuydu: Suriye Fatihi General Allenby İstanbul'a geleceği zaman, Harbiye Bakanı, Fevzi Paşa'yı çağırmış ve karşılamaya gitmesini istemiş. Fevzi Paşa, "Ben bunu yapamam!" demiş; "Yapmak gerekir!" yanıtını alınca da, "Hastayım evime gidiyorum!" demiş, o günden beri de çıkmamış. Dairede İkinci Başkan Diyarbakırlı Kazım Paşa (İnanç) ile karşılaştım. Kendisine Bakan Paşa'nın bana verdiği görevden söz ettim:

-Bilginiz var mı?

-Hayır dedi.

-İşte ben sana haber veriyorum! dedikten sonra:

-Kapıları kapattırır mısın? dedim. Kazım Paşa gülerek yüzüme baktı:

-Ne oluyoruz? Kazım Paşa ile açık konuşarak bütün düşüncelerimi anlattım:

-Her ne sebep veya amaçlaysa, beni İstanbul'dan uzaklaştırmak için bir bahane aramışlar ve bu görevi bulmuşlar. Hemen kabul ettim. Ben zaten şu veya bu şekilde Anadolu'ya geçmek fırsatı arıyordum. Madem ki onlar teklif ettiler, fırsattan mümkün olduğu kadar yararlanmalıyız!

Kazım Paşa:

-Nasıl? dedi. Yanıtımı beklemeksizin ilave etti:

-Ha... zaten Ordu müfettişlikleri meselesi var. Sen o taraflara Ordu müfettişi unvanı ile gidebilirsin!

-Unvanın önemi yok, dedim, yalnız şimdi Harbiye Bakanı ile konuş, benden ne istiyorlar, netleştir; üst tarafını kendimiz yaparız.

Kazım Paşa Harbiye Bakanını gördü, kendisinden aldığı direktif şu idi:

-Amaç, Samsun çevresinde Rumlara tecavüz eden Türkleri terbiye etmek; sonra Anadolu'da birtakım ulusal oluşumlar belirliyormuş, onları da ortadan kaldırmak!

Mustafa Kemal'i bunun için yolluyoruz. Kendisine Sadrazam Paşa ile beraber bir yetki belgesi vereceğiz!

(SÜRECEK)