1995 yılının soğuk bir ocak ayı… Pittsburgh'da oldukça sıra dışı iki banka soygunu ve bu soygunu gerçekleştiren iki adam: McArthur Wheeler ve Clifton Earl Johnson.

Bu iki kafadar Pittsburgh’ta iki ayrı bankayı soymaya karar verirler.

Ancak hikâyeyi sıradan bir suç vakasından ayıran şey, onların “gizlenme” yönteminde saklıdır. Soyguncuların hiçbiri kendilerini gizlemeye çalışmamış, maske takmamış ancak bunun yerine yüzlerine limon suyu sürmüşlerdir.

Evet, yanlış okumadınız. Limon suyu. Çünkü Johnson’a göre limon suyu, görünmez mürekkep gibi çalışacak ve yüzlerini güvenlik kameralarından saklayacaktır. McArthur Wheeler da bu "bilimsel açıklamaya" ikna olur. Hatta öyle ki, bir Polaroid kamerayla kendi fotoğrafını çekip görünmediğini sanınca bu teoriyi kanıtladığını düşünür. Gerçek, elbette bambaşkadır. Ya film bozuktur, ya kamera ayarsızdır, ya da başka bir şey…

Bankalar soyulur, paralar alınır. Ne maske var, ne eldiven. Sadece bol bol limon suyu. Güvenlik kameraları her şeyi kaydederken, soyguncular kendilerini görünmez sandıkları için rahat rahat hareket ederler.

Yerel haberlerde güvenlik görüntüsü yayınlandıktan yalnızca dakikalar sonra gelen ihbar sayesinde Johnson yakalanır. Aylar sonra da Wheeler… Polisler onu gözaltına aldığında Wheeler'ın haykırışı, psikoloji literatürüne altın harflerle geçer:

“Ama ben limon suyu sürdüm!”

Franz Kafka: "Zerre kadar anlamadıkları şeyler hakkında konuşuyorlar. Sırf aptallıkları sayesinde kendilerinden bu kadar eminler."

George Orwell da “Cahillik güçtür" der.

“Ama ben limon suyu sürdüm” cümlesi, yalnızca bir suçlunun şaşkınlığını değil, insan zihninin bir paradoksunu da özetliyordur aslında. Cornell Üniversitesi’nden sosyal psikolog David Dunning bu olaya kahkahayla değil, mercekle bakar. Bu soygunlar, David Dunning'i Justin Kruger ile birlikte, bir kişinin algılanan yeterliliğinin gerçek yeterliliğiyle nasıl ilişkili olduğunu araştırmak üzere bir çalışma başlatmaya yöneltir.

1999 yılında yayınladıkları "Beceriksiz ve Farkında Değil: Kendi Yetersizliğini Tanımaktaki Zorlukların Abartılı Öz Değerlendirmelere Nasıl Yol Açıyor" başlıklı makalelerinde “Bu adam, banka soyguncusu olamayacak kadar bilgisizse, acaba banka soyguncusu olamayacak kadar bilgisiz olduğunu da bilemeyecek kadar bilgisiz mi?” diye düşünür ve bu düşünce onları tarihe geçecek bir psikolojik kavrama götürür.

Dunning-Kruger Etkisi

Bu teoriye göre, belirli bir alanda yetersiz olan kişiler, kendi yetersizliklerini fark edemezler ve bu da onların o alandaki yeteneklerini abartmalarına yol açar.

Onlar sadece hatalı kararlar almakla kalmaz, aynı zamanda kendi yetersizlikleri, bu hataları görmelerini engeller. Tıpkı banka soyguncularının limon suyunun kendilerini görünmez yapacağına inanmaları gibi.

Kısaca: Yetersiz kişiler, ne kadar yetersiz olduklarını fark edemeyecek kadar yetersizdirler.

Yani hem cehalet var, hem o cehaleti bilecek bilgi ve donanım yoktur. Yani çift yönlü sıkışmışlık: Bilmiyor… Ama bilmediğini de bilmiyor.

Sokrates'in meşhur "Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir" sözü, bu paradoksu en güzel şekilde özetliyor. Gerçek bilgelik, ne kadar az bildiğimizin farkına varmakla başlar.

Bu farkındalık, bizi sürekli öğrenmeye, sorgulamaya ve daha derinlemesine anlamaya iter. Çünkü bilginin sonu yoktur ve her yeni keşif, keşfedilecek daha ne kadar çok şey olduğunu gösterir. Kendini her şeyi biliyor sanan bir kişi, aslında öğrenmeye en kapalı olan kişidir.

Belki de insan öğrendikçe ne kadar az bildiğini fark etmesi, onun sürekli öğrenmeye devam etmesinin en büyük itici gücüdür. Her yeni bilgi kırıntısı, bizi daha derin bir sorgulamaya, daha geniş bir düşünceye ve daha alçakgönüllü bir duruşa yönlendirir.

Ve belki de hayatın anlamı, bu sürekli öğrenme ve keşfetme yolculuğunda gizlidir. Ne dersiniz?