BABAMIN BEKLENMEDİK GELİŞİ

Akşam, Yusuf’la birlikte babam da geliyor. Beni yoklamaya gelmiş. Benim için tam bir sürpriz. Yusuf, dört boru bir dirsekle birlikte sobamı, bir şişe de gazyağı getirmiş.

İlk işimiz sobayı kurup, var olan bir kucak odunun birazını sobaya doldurarak yakmak oluyor. Yusuf bizi evlerine götürmek için ısrar ediyorsa da, teşekkür ediyor:

“Akşam muhtarın odada görüşürüz” diyorum.

Babam, benim için bir takım elbiselik kumaş getirmiş. Söz arasında da 40 liraya aldığını söylüyor. Ucuz, kahve renkli, sağa sola sünen bir kumaş. (Dikim esnasında terziyi de oldukça zorlayacak, sırtımda da iyi durmayacaktı.)

Akşam yemeği için çay demliyor, yumurta pişiriyorum. Oda sahibi de babamın geldiğini görmüş, bir tas çorba getirmişti evlerinden. Onunla karnımızı doyuruyoruz. Annemi ve kardeşlerimi soruyorum:

“İyiler,” diyor. Selamlarını iletiyor.

“Sen nasılsın, alışabildin mi?” diyor.

“İyiyim” diyorum. “Şimdilik bir sorunum yok.”

Oysaki ne sorunlar içinde boğuşuyorum da sesimi çıkarmıyorum. Hepsini de sineme çekiyorum. Durumum, “kan kusup da kızılcık şerbeti içtim” diyenlerin durumundan farklı değil. Şimdiye değin neyi paylaştık ki babamla, sıkıntılarımı anlatayım ona. Babam, çocukluğumuzdan beri bize bir yabancı gibi, hep mesafeli ve resmi davranmıştır. Hala da öyledir. Okuldan, tatillerde döndüğümüzde bile elini öptürürdü sadece. Aklımız erdiğinden bu yana bize sarılıp kucakladığını anımsamıyorum hiç. Şimdi de oldukça resmiyiz birbirimize. Hem bir takım sorunlarımı anlatsam bile ne değişecekti ki? Elbette hiçbir şey...

Bir süre daha oyalandıktan sonra kalkıp, Muhtarın odasına yollanıyoruz. Biz içeri girince oturanların hepsi de ayağa kalkıyorlar. Oda kalabalık. Yusuf bizden önce gelmiş. Babamı, “Muzaffer Öğretmenin babası…” diye tanıtıyor, muhtar Çelebi ile odadakilere. Saygılı bir davranışla başköşeye buyur ediyorlar babamı. Sırayla kimisi elini sıkarak, kimisi de sağ elini göğsüne bastırarak “hoş geliş” ediyor, hal hatır soruyorlar. Baba oğul karşılıklı başköşelere oturuyoruz. Söz sözü açıp söyleşiler koyulaşırken; Kiminin elleri tütün tabakalarına, kiminin de sigara paketlerine uzanıyor. Yaşlıların çoğu sarma tütün içiyor. Ceplerden çıkarılan tütün tabakaları açılıyor; sigara kâğıdına tütün doldurularak, yuvak yapılıyor. Ardından dilleriyle kıyısını yapıştırarak yakıyorlar sarma tütünlerini. Sonra da olanca dumanı derin derin soluyup çekiyorlar ciğerlerine. Kendi deyimleriyle “ciğerlerine bayram yaptırıp”, ağızlarından burunlarından dışarı salıyorlar dumanını. Çoğu kötü bir öksürüğe duruyor ciğerlerinin bayramından sonra.

Söz söyleşi sürüyor. En çok da babamı konuşturuyorlar. Babamın konuşması güzel… Anlatacak çok anısı var. Onun; “Bir tarihte...” diye başlayarak anlattığı kimi ilginç anılarını herkes ilgiyle ve dikkatle dinliyor.

Bir süre sonra odanın havası bozuluyor iyice. İçilen sigara dumanında göz gözü görmez ve soluk alınmaz oluyor. Onun için arada bir odanın kapısını açtırıyoruz. Açıldıkça içeriye serin ve temiz hava doluyor. Çünkü oda kapısı doğrudan dışarıya açılıyor. Geç zamana kadar oturuyoruz odada. Gece babam orada kalıyor.

HAYDAR’IN ŞAKASI

24 Kasım 1961.

Günlerden Cuma.

Babamın gelişinin ertesi günü..

Bugün yaşadığım bir olayı burada anlatmadan geçemeyeceğim.

Öğle ara vermesinde ben de Cuma namazı için camiye gidiyorum. Babamı yalnız bırakmamış Yusuf. Onunla birlikte gelmişler camiye.

Cuma namazı çıkışında ayakkabılarımı koyduğum yerde bulamıyorum. Ayakkabı terekleri cami dışında, “son cemaat” olarak nitelenen bölümde, giriş kapısının iki yanına sağlı sollu olarak yerleştirilmiş. Koyduğum tereğin yanına yöresine bakıyorum. Ayakkabılar yok. Şaşkın, bir durumda ne yapacağını bilemeden kalakalıyorum bir kıyıya çekilerek. Camidekilerin çoğu çıkmış. Cami önünde bekleşenler, babama hoş geliş ediyorlar. Yusuf da çıkmış beni bekliyor.

“Ne bekliyorsun?” diye işaret ediyor.

“Ayakkabılarım yok!” diyorum.

“?”

Şaşırıyor, bir anlam veremiyor bu duruma.

Ayakkabılar Yusuf’un ayakkabıları.

“Nereye koymuştun?”.

“İşte buraya!”.

Oradakilerin de bakışları üzerime çevriliyor.

Utanıyorum açıkçası. Zaten camide de kimse kalmamış, imam da çıkmış, kapıyı örtmek üzere.

Birisi yanlışlıkla giyse, giyenin ayakkabısının kalması gerek. Ama yok.

(SÜRECEK)