Bir ülkede hukukun yok olduğunu anlamak için yüksek mahkemelerin içtihatlarına bakmaya gerek yok; bazen tek bir karar, koskoca bir hukuk düzeninin çöküş belgesi olur. Fatih Altaylı’ya verilen 4 yıl 2 ay hapis cezası ve “tutukluluğunun devamı” kararı tam da böyle bir belgedir. Sanıyor musunuz ki bu karar yalnızca mahkeme salonunda okundu? Hayır; bu karar çok daha derin bir yerde, bu ülkenin demokrasi dosyasının kapakları arasında mühürlenmiştir.

Altaylı’nın sözlerinde tehdit yok, hakaret yok, fiili saldırı yok… Ama bunların artık pek de önemi yok. Zira karardaki mantık, suçun maddesine ya da ispatına göre değil; suçun iktidarın keyfiyetinde aranabileceğini gösteriyor. Kısacası suç yoksa bulunur; bulunamazsa yaratılır; yaratılamazsa ima edilir; o da yetmezse “gerekçe kamu yararınadır” denir ve mesele kapatılır. Bu kadar basit, bu kadar vahim.

Türkiye son dönemlerde hukuken değil, hissi gerekçelerle yönetiliyor. Yargının üzerinde görünmez bir el, “Ben öyle hissettim, öyle uygun gördüm” diyor ve işi bitiriyor. Belli ki iktidar duygusal bir sürece girmiş… Eleştiriden kolay inciniyor, yoruma karşı alerjisi var, mizahı taşlama sanıyor. En kötüsü de, “Muktedir benim, gerekirse kanunu bile ezerim” psikolojisini rejim hâline getiriyor.

Bir gazeteci YouTube yayınında milyonlara sesleniyor diye rahatsız olan iktidar, bu rahatsızlığını gidermek için hukuku eğip bükmekten çekinmiyor. Verilen cezanın gerekçesi hukuki değil, açıkça politik bir mesajdır: “Gördünüz mü? Konuşanın sonu böyle olur.”
Demek istiyorlar.

Bu mesajın muhatabı Fatih Altaylı değil. Bu mesaj, tüm gazetecilere, tüm yurttaşlara, hatta düşünmeye niyet eden herkese yazılmış bir gözdağı bildirgesidir.

Mahkemenin gerekçesine bakınca insan ister istemez hem gülüyor hem de düşünüyor:
“Cumhurbaşkanını tehdit…” Nerede tehdit? Kim görmüş? Hangi sözcük tehdit içeriyor? Savcının ve mahkemenin mikroskobuyla bile görünmeyen buharlaşmış bir suç unsurunu koca bir cezaya dönüştürmek, ancak hukuksuzluğun kurumsallaştığı rejimlerde mümkündür.

Avukatlar diyor ki: “Hukuken savunulacak bir yanı yok.” Zaten kimsenin derdi hukuk değil. Hukuk, kararın dekorunda yer alan bir süs artık. Dosya kalın, metin uzun, maddeler sıralı; ama içerik boş. Tıpkı bu ülkenin demokrasi dosyası gibi: Adı “hukuk devleti” fakat içi çoktan boşaltılmıştır.

Zeynep Oral’ın dediği gibi: “Olamaz dediğimiz her şey olur oldu.” Adeta yargısız infazlar süreci yaşıyoruz. Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın dediği gibi “Hukuken değerlendirilebilecek bir yanı yok.” Ne var ki hâlâ soramıyoruz: Cumhurbaşkanı neden bir gazeteciden korksun ki? Bu soru, kararın kendisinden daha ağır değil mi? Çünkü yaşananlar, iktidarın neye dayanarak korktuğunu, neden çekindiğini ve gücünü hangi zeminde kullandığını anlatıyor. Bu, gücün değil; güvensizliğin fotoğrafıdır.

Bu ülkede milyonlar açlık sınırının altında yaşarken, adalet sarayları dev bütçelerle yükselirken, yargı halkı korumak yerine muktediri koruyan bir kalkana dönüşmüş durumda. Ağır olan karar değil; ağır olan yasaların çiğnenme alışkanlığı, ağır olan toplumun sessizleştirilmesi, ağır olan demokrasinin tabutuna çakılan çivilerdir.

Altaylı’nın duruşmada havaya fırlattığı dosya, aslında bir öfke anı değil; o fırlayan, bu ülkenin adalet umuduydu. Havaya kalktı, yere düştü, parçalandı. Salonda yankılanan o ses, bir gazetecinin değil, bu ülkenin hukuk duygusunun kırılma sesidir.

Bu yaşananlar bir kişinin davası değildir. Bu, ülkenin demokrasi davasıdır. Ne yazık ki hâkim kürsüsünde bağımsız bir yargı yoktur. Bu yüzden davanın sonucu bellidir:

Demokrasi dosyası kapatılmıştır. Biz fark etmiyor olsak da, karar çoktan verilmiştir. Unutmayalım ki: Bu kapanan dosyanın kilidini bir gün cesaretle yeniden açacak olanlar vardır. Çünkü hiçbir mühür, halkın adalet arayışından daha güçlü değildir.