İlginçtir; bu ve buna benzer yazılarımın ardından, öğretmenlerimizden, anında tepki alıyorum.

Hiç kimse yoğurdum ekşi demiyor.

Öğretmenlerimiz, hemen ‘hazreti(!) müfredatlarının’ ardına sığınıyorlar.

Diyorlar ki “efendim, müfredatın dışına çıkmamız mümkün değil…”

Doğru mu?

Değil.

Geçerli bir mazeret mi?

Değil.

Biz de geçtik o sıralardan, bizim de öğretmenlerimiz oldu.

Ama bizim öğretmenlerimiz öğretimden daha fazla eğitime ağırlık verirlerdi.

Şimdi bakın yukarıdaki ilk resme.

O resmi özellikle koydum.

O resim, bir öğrenci gezisi sonrası otobüsün içler acısı durumu.

Öğretmensiz, bir öğrenci gezisi olur mu?

O otobüsün içinde mutlaka öğrencilere eşlik eden bir ya da birden fazla öğretmen vardı.

O öğretmen(ler) o öğrencilerinin yarattığı, o çevre kirliliğini görmediler mi?

O an niye, “eğitme görevlerini” yerine getirmediler?

Hem de “uygulamalı bir eğitim fırsatı” ellerine geçmişken…

Niye, “Çocuklar, insan yattığı yerden belli olur. Derhal toplayıp, poşetleyin o artıklarınızı…” demediler…

‘Hazreti(!) müfredat’, orada da mı peşlerindeydi!

*    *    *

Diğer resimlere bakın; o resimdeki çevre kirliliğini yaratanlar da yetişkin(!) insanlar(!)…

Ya onlara ne demeli…

Hiç kimse alınmasın ya da alınan alınsın.

Hayvanlar bile böyle bir kirliliğe, sebebiyet vermez, veremez.

Nerde kaldı o zaman bizim insanlığımız?

Nasıl bir düşünceyle ya da nasıl bir düşüncesizlikle ardımızda böyle iğrenç izler bırakabiliyoruz; anlaşılır gibi değil.

Sorun, soruşturun; o kirliliği yaratanların en düşük öğretim düzeylisi (ortalama) lise öğrenimlidir.

Nasıl aldınız siz o diplomaları?

Batsın gördüğünüz o öğretim de, aldığınız o diplomalar da…

Nasıl bir toplumuz biz böyle?

Kirliliğin böylesini, Batılı toplumların hiçbirinde göremezsiniz?

Neden bizim coğrafyamızda; olağan karşılanacak kadar bu tür çevre kirliliklerine tanık oluyoruz?

… …

Pikniğe gidiyor, ormanı yakıyorsun.

Sahile gidiyor, çöpünü orada bırakıyorsun.

Zıkkımlandığın bira şişelerini sağa sola fırlatıp; şişeleri kırıp, parçalıyorsun.

Yetmiyor pet şişelere işiyor, o sidikli çöpünü de utanmadan, sıkılmadan fırlatıp, atıyorsun.

Nereye gitsek senin o iğrenç izlerini görüyoruz.

Her dağ başında, her deniz kıyısında, her doğal parkta, her doğal güzellikte; bıraktığın o izlerle karşılaşıyoruz.

Dünyanın en güzel, en özel, en eski tarihi eserlerine sahip olsak ne fayda; sen en mahrem mağaraların duvarlarına bile beş para etmez adını yazıyorsun.

Üstüne başına bakınca, insana benziyorsun ama ne yazık ki, insan olamıyorsun.

Çocukların, karınca yuvalarını bozuyor, bön bön bakıyorsun; çocukların sokak köpeklerini taşlıyor, sırıtıyorsun; kuşların yuvalarını dağıtıyor, kıs kıs gülüyorsun…

Sen ebeveyn olarak böyle seviyesiz ve sorumsuz bir tavır sergilersen; o çocuk yetişkin olduğu zaman neler yapmaz?

Hikâyesin sen hikâye!

Kendinden başka hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi düşünmüyorsun…

Yaşadığın gezegenin, yaşadığın ülkenin, yaşadığın kentin, ve hatta oturduğun sokağın ve de apartmanın bile farkında değilsin.

Saçlarını jöleleyip, kıçına da o daracık kotu çekince bir şey oldum sanıyorsun.

Yazık ki biz de senin verdiğin hasarı tamir için kendimizi paralayıp duruyoruz.

… …

Keşke hiç doğmamış olsan!

Hiç kusura bakma ama sen ve senin gibiler olmasa; ne güzel olurdu Dünya…”

Yazık, çok yazık...