ÇORAPSIZ NALBANT ŞÜKRÜ

Cumhuriyet İlkokulu’nun güneyinde, nalbant dükkanları vardı demiştim. Nalbantlardan biri Nalbant Şükrü, biri Nalbant Kamil usta, diğeri de Nalbant Mahmut ustaydı. O yıllar nalbantlık gözde mesleklerdendi. Her semtte birkaç tane nalbant bulunurdu.

Nalbant Şükrü’nün ve Nalbant Mahmut’un dükkanları, aradan yol geçse de çaya bakar; Kamil Usta’nın dükkanı da cadde üzerinde, doğuya ve Yazı Çarşı meydanlığına bakardı.

Nalbant Şükrü iriyarı, boylu poslu, çok neşeli birisiydi. Çocuklarla bile konuşan, şakalaşan, alçakgönüllüydü. Yaz aylarında çorap giymez “çorapsız” lakabı ile anılırdı. Orta yaşlı olmasına karşın, hiç evlenmemiş, bekar olduğu söylenirdi. Yeğeninin birisi bizim sınıf arkadaşımız Orhan’dı. Arabacı Çolak Şükrü, Kuafer Kadir’in evlerinin yanında, kendi evinde yeğenleri ile birlikte otururdu. Biz de dayısının lakabı olan “çorapsız”ı arkadaşımız Orhan’a takmış, ona da “çorapsız” derdik.

Nalbant Şükrü’nün hayvanlara nal çakışları hem neşeli, hem seyirli olurdu. Özellikle bizler gider seyrederdik. Atları nallarken, atı, çay kenarındaki ağaca bağlardı. Uysal olmayan huysuz atların burnunu büyük bir ağaç kıskaca kıstırır, atın sahibi atın ayağını tutar, Nalbant Şükrü de, önce atın uzayan tırnağını keser, ortasını temizler, sonra nallarını çakardıb. Daha sonra da törpülerdi. Huysuz atların çifte atmalarından korktukları için, özellikle atları nallarken çocukları yaklaştırmazlardı. Yine de az uzağından seyrederdik Nalbant Şükrü’nün hayvanlara nal çakışını. Atın nalının çivilenmesi bitince, bazen, nalın tam ortasına “tıkı dık, tıkı dık” diye çekiçle ritimli vuruş yapar, bizlere göz kırpar, dudak büker, kaş göz oynatarak ıslığımsı bir ses çıkarırdı.

Öküzlerin nallanması daha seyirli olurdu. Öküzleri ince kalın urganla, belinden ve ayak inciklerinden bağlayarak yıkarlardı. Yıkılan hayvanın ön ve arka ayaklarının arasına iki metre uzunluğunda kalın bir sırık uzatırlar, ön ve carka ayaklarını inciklerinden ayrı ayrı bu sırığa bağlarlardı. Sonra sırt üstü çevirirler, ayaklarını bağladıkları sırığın altına özel yapılmış ‘dayağı’ koyarlar, ayaklarını havaya kaldırırlardı. Hayvanın ses çıkararak solumadan başka ‘kımraşacağı’ kalmazdı. Sonra nalları çakılır, ayaklarını çözer, kaldırırlardı...

Nalbant Şükrü’nün gövdesine yakışır biçimde sesi de öyle tok ve davudiydi. Buna karşın çok uysal ve hoşsohbetti. Çok da kuvvetliydi.

Bazen bu gücünü göstermek için eline mendili sarar, onbeş yirmi santimlik bir çivinin (ingilik mıkı derlerdi) başını avucunun içine alır, parmaklarının arasına kıstırır, hızlıca vurunca iki üç santim kalınlığındaki tahtanın altından çivinin çıktığını görürdük.

Nalbantların nal çakışlarının temsili resmi...

(Sürecek)