Aralara serpiştirilmiş iki katlı, sundurmalı, balkonsuz konağımsı evler, zengin sayılan, hatırı sayılır;

*Cadde başında:

Seydim Oğulları’nın

Eğitimci Mustafa Tokatlıoğlu’nun

Ölçekler’in;

*Tahtalı’daki:

Eşref Hoca’nın (Ertekin)

Kaleliolu Mithat Efendi’nin

Sıhhıye Mahmut’un;

*Yazı Çarşı’daki:

İstanbullular’ın

Bezginler’in

Hamoğlu Şükrü Ağa’nın;

*Çaygeçe’deki:

Emin Ağa’nın

Erdemliler’in idi.

Bu binaların bir kısmı sundurmalıydı. Sundurmaların bazıları caddeyi daha da daraltırdı.

Uzun Sokka iye de öylenen Osmancık Caddesi, Dodurga-Alpagut kömür ocaklarından kömür taşıyan, Kargı ormanlarından tomruk taşıyan kamyonların tek yoluydu. Birkaç günde bir yüklü kamyonun geçmesi bu yol üzerindendi. Bu yolda kamyon sürücülüğü ustalık isterdi. Acemi sürücüler konakların sundurmalarına sürtünmeden geçemezlerdi. Özellikle de uzun kavak ağacı, tomruk yüklü kamyonlar bu sundurmalara takılır, zarar açarlar ya da kamyon üzerindeki tomruklar yere yığılırdı. Bu yüzden kamyon sürücüleri ile konak sahipleri arasında sık sık tartışma olurdu. Hatta kavga ettikleri bile... Ne var ki, başka kamyon yolu olsa da dolambaçlı, buradan daha düzgün değildi. Yol bu yoldu, evler bu evlerdi, konaklar da bu cadde üzerinden başka bir yere gidemeyecekti...

YAZI ÇARŞI

Bin dokuz yüz kırklı ellili yıllarda şehir, kasaba görünümlü, kalabalık olmayan, çoğunlukla herkesin birbirini tanıdığı, esnafı az, işçisi çok, okumuşu yok denecek kadar yok, yerleşimi sıkışık, imarı dar bir şehirdi. Saat Kulesi civarından başka alış veriş yeri bulamazdınız. Sosyal yaşantısı yok denecek kadar kısırdı. Sosyal yaşantısının tek merkezi bugünkü Belediye Binası olan Halkevi idi. Halkevinde bazı kültürel etkinlikler yapılır, bu etkinliklere de sayılı insanlar katılırdı.

Halkevinin alt girişinin birinci odasının penceresinde mumdan yapılmış, milli kıyafet giydirilmiş bir kadın heykel görünürdü. Adına da “Kanlı Melek” denirdi. Çocuksu merakımızla gider seyrederdik ‘Kanlı Melek'i.

Saat Kulesi batısında Çöplük Çarşısı şehrin tek alışveriş merkeziydi. Bütün esnaf bu bölgede toplanmış, şehrin ticareti ile alış veriş kalbi bu merkezde atardı. Bir de küçük de olsa Osmancık Caddesi üzerinde küçük meydanlığı olan, iki bakkalın, iki kahvenin, üç nalbantın, bir fırının, bir ayakkabı tamircisinin ve bir de okulun bulunduğu Yazı Çarşı da...

Yazı Çarşı’da Cezaevinden başlayarak batıya uzanan küçük bir meydanlık vardı. Bugünkü gibi yüksek binalar yoktu. Ve tam Cezaevinin önünden doğudan batıya akan bir de ‘çay’ vardı. Bu çay yağışlı havalarda akar, yazın kururdu. Sıklık Boğazı ve Melik Gazi’nin o yılların kar ve yağmur sularını, taşkın akan selini taşırdı.

Bazın öyle coşkun seller gelirdi ki, selin getirdiği çalı çırpı, ağaç ve dal parçaları Osmancık Caddesi’ndeki küçük köprüyü kapatır; gür ve çağıldayan sel, altmış-yetmiş metre uzağındaki evlerin ‘kanatlı’ kapılarının altından avluya dolduğu olurdu. Bir keresinde bir kömüşün (mandı) selde gittiğini çocuk yaşımda şaşkınlıkla seyrettiğimi hatırlıyorum.

Ben kendimi tanıdığımda kuzeyi Yazı Çarşı meydanlığına bakan, oda tabanları bile toprak olan, yıkık dökük, kerpiç duvarlı, bahçeli bir evde kirada oturuyorduk. Evimiz Yazı Çarşı’daki şimdiki Ejderoğlu apartmanının olduğu köşe idi. Bahçesinin batısı Osmancık Caddesi, doğusu o günlerin en zengin ve hatırı sayılır kişilerinden Şükrü Hamoğlu’nun evinin bitişiği idi. “Kanatlı” dedikleri büyük kapının altı çürümüş ve benim Filoş ismindeki küçük köpeğimin girip çıkacağı kadar da delikti.

Yine gür ve coşkun selin getirdiği bir gün, sel, köprüye sığmayıp meydanlığa doldu. Babam, eve girer ve evi sel basar korkusuyla bahçeden kürek kürek toprak getirerek kapının önüne set yatığı gözlerimin önünde ve hala canlılığını koruyor.

(SÜRECEK)