Değerli dostlar, tarih babanın sayfalarına bakarsanız, bütün büyük çöküşlerin başlangıcı “müjde” ile başlamıştır. İlk sayfalarda “umut ve hayaller” havada uçuşur. Ne yazık ki son sayfa iflasla ve hatta alkışla kapanır. Biz 600 yıllık imparatorluğu “Sevr” finali ile kapatırken aynı durumdaydık. İyi ki o “Sevr Haritası”nı çöpe atan bir ulusal güç çıktı ve Lozan’la bunu taçlandırdı da 100 yıldır nefes alıyoruz.
Bir dönem Güney Amerika’da bir ülke vardı; petrol dersen deniz, maden dersen dağlar gibiydi. Devlet başkanı, “Biz artık kendi kendimize yeteriz” diye veriyordu gazı. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Kasayı ‘dost’ bankalara, ‘kardeş’ şirketlere açtı. Kârlar cebellezi, zararlar hep halka. İlk yıllar gökyüzü maviydi, ikinci yıl gökyüzü griye döndü. Sonrasında ülkenin üzerine kara bulutlar çöktü. Unu bol, fırını bol ülkede insanlar ekmeğe muhtaç oldu. Aç kaldı.
Aynı masada oturuyoruz, biri altımızdan sandalyemizi çekiyor. Ve hâlâ birileri bağırıyor: “Milli gurur, Avrupa bizi kıskanıyor” diye. Ekonominin tavanı delinmiş fakat iktidar veryansın ediyor; “Yağmur geliyor, yağmur berekettir” falan. Hazine bomboş, “tam takır, kuru bakır”. Sözde ucuz kredi şovları. Borç bulmak, almak şimdi alkışla karşılanabilir, fakat gelecekte ayak prangası olduğunu unutmamak lazım.
Ortada üretim yok fakat ithalat rekora koşuyor. Törenlerde “yerli ve milli” sloganları havada uçuşuyor. Örneğin kendi petrolünü bile çıkaramayan ülkenin, kuyunun başında “Bağımsızlık Bayramı” kutlaması gibi. Anadolu’nun ünlü özdeyişini anımsatalım: “Kuru kuruya kurbanın olam.”
Afrika’dan bildiğimiz hikâyeler: Yeraltı zenginlik kaynakları yabancıların elinde, halk sefalet içinde. Yönetim her fırsatta “Allah bereket versin” diye dua ediyor. Elbette bereket yurt dışındaki banka hesaplarına akıyor. Ülke maden ocakları ile delik deşik edilmiş. Buna rağmen halkın “açlıktan nefesi kokuyor.” Dua açlığa çözüm olmuyor.
Sanki bizim kaderimiz de öyle; Araplara kadar toprak satıyoruz. Limanlara kilit vurmuşuz. Adaleti ara da bul. Eğitimi çökertmişiz. Çözümü sahte diplomalarda bulmuşuz. Yurt dışına nitelikli beyin göçü akın akın. Ve biz “yerli ve milli marşı” çalıyoruz. Bu, alkışla mezar kazmak değil de nedir?
Zira liyakat yok. Hesap vermek yok. “Şahsım devleti” söyleminin karşısında “halkın devleti” diyemiyorsan olacağı budur. Cambridge University Press, Milletlerin Çöküşü adlı kaynakta şöyle yazar: “Bir devletin çöküşünü izlemek istiyorsan, önce eğitimine bak.” Bizim müfredat programına, LGS sınavlarına bakmak yeterli. Sahte diplomalar, ulusal intiharın göstergeleri değil mi?
Tabelasında “Cumhuriyet” yazan kütüphanenin rafları “monarşi” kitapları ile dolu. Sadakat liyakatin önüne geçmiş. Düşünce üretmene gerek yok; ceketi önden düğmele, el pençe divan dur, yeterli. Bunun adı modern çağın feodalizmidir.
Eğer ülkeni pazarlamaya çıktıysan, fiyatını da eller belirler. Vitrine dış politikayı koyarsın ama stratejik kurumlara “satılık” tabelası asıldığı görülür. Atatürk söylevinde, “Tam bağımsızlık; ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.” demişti. Sen ekonominin ipini başkasının eline verirsen, o seni istediği yere çeker. İstediğin kadar “yerli ve milli” şarkıları söyle. Bu yolun sonu çöküştür. Aynı çöküşün günümüzde canlı örneklerini Pakistan’a, Afganistan’a ve Ortadoğu ülkelerine bakarak görebiliriz.
Yüz yıl önce Sevr’le boğazımıza geçirilen ilmeği, Lozan’la kestik. Bugün o ilmek yeniden örülüyor. Üzücü olan; bu kez ipin ucunu ellerimizle yabancıya veriyoruz. Ve hâlâ alkış tutuyoruz. İşte asıl iflas budur.