Sonra Zafer Bey’e dönerek:

“Nasıl tanımam sizi? Gözlerim uzaktan pek seçemiyor ama yakından tanıdım sizi. Arif Ağanın oğlusunuz. İki yıl önce Abdullah’la uğradığınızda fotoğrafımızı çekmiş, sonra da göndermiştiniz bize. Geçen yıl da Aziz’le gelmiştiniz.”

“Yaşa hanım,” dedi eşi. “Ben unutmuştum fotoğraf işini ama sen unutmamışsın.”

“Unutur muyum hiç.”

“Nasılsın Elif Yenge,” dedi Zafer Bey. “Sağlığın nasıl?”

“Sağ olun. Şimdilik iyiyiz. Geçinip gidiyoruz bu dağın başında; dört hayvanın peşinde. Yayla geleneğini de sürdürmüş oluyoruz böylece.”

“Allah, esenlik ve kolaylık versin.”

“Cümlemize. Torunlar mı bu yavrular?”

“Torunlar… Her birisi bir kızımdan.”

“Allah bağışlasın. Oğlan yok mu sende?”

“Var. Son beşik oğlan. Nişanladık. Yakında onu da evlendireceğiz.”

“Çok iyi. Allah şimdiden hayırlı, uğurlu, kademli etsin.”

“Sağ olun,” dedi Zafer Bey. “Darısı sizin torunlarınıza.”

“Geride kalanların cümlesine…” dedi kadın.

Bu sırada, elinde iki bidonla bir kız çocuğu göründü. Onlara bakarak yanlarından geçip, eve girdi.

“Bu da torunumuz Zeynep,” dedi kadın.

Ardından o da eve gitti.

Su bidonlarını eve bırakıp çıkan kız yanlarına geldi. Kara kaşlı, kara gözlü, güzelce bir kızdı Zeynep. Gün yanığıydı yüzü. Çiçek desenli yeşil tülbendiyle topladığı saçlarını arkadan bağlamıştı. Cemre’nin yaşında görünüyordu.

“Köylümüz bunlar yavrum,” dedi Sağlıkçı Musa. “Zafer Bey emekli öğretmendir.”

“Hoş geldiniz!” diyerek Zafer Bey’in eline geldi Zeynep. O elini öptürmedi.

“Hoş bulduk kızım,” dedi. El sıkıştılar

Çocuklara da sırayla ‘hoş geldiniz’ dedi.

Zafer Bey torunlarını Zeynep’e tanıştırdı.

“Bu Cemre. Bunlar da Emre’yle Özgün.”

“Memnun oldum,” dedi Zeynep. Gözlerinin içi gülerek.

“Biz de sevindik tanıştığımıza,” dedi Cemre.

“Okula gidiyor musun Zeynep?” diye sordu Zafer Bey.

“İlköğretim altıncı sınıfa geçtim.”

“Ne güzel! Cemre de senin gibi altıncı sınıf öğrencisi. Samsun’da oturuyorlar. Özgün’le Emre ise bir yıl öndeler sizden. Emre Aydın’da, Özgün de İstanbul’da.”

“Zeynepler de Ankara’dalar,” dedi Sağlıkçı Musa. “Zeynep, çocukluğundan beri her yaz dinlencesinde köye gelir. Bir ay kadar Yayla’da yanımıza kalır. Yani, yabancısı değildir köy yaşamının. Kırı bayırı, dağı ovayı çok sever; ama bazen de sıkılır arkadaşsızlıktan.”

Zeynep söze katıldı

“Evet,” dedi. “Yayla’nın temiz havasına ve suyuna bayılıyorum. Otları, çiçekleri, kuşları, böcekleri, taşları, ağaçları çok seviyorum. Hayvanları otlatmaktan, onlarla uğraşmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Sonra…”

Sözünün ötesini getirmedi.

“Tamamla sözünü kızım,” dedi Zafer Bey:

Zeynep derin bir iç geçirdi:

“Sonra, bir yığın anılarım da var buralarda. Ama bu yetmiyor. Bu güzellikleri benimle paylaşacak bir arkadaşım olmadığı için, bazen çok sıkılıyorum.”

“Haklısın,” dedi Zafer Bey. “İnsan sosyal bir varlıktır. Doğaldır ki her insan, çevresinde konuşup anlaşabileceği ve bazı şeylerini paylaşabileceği arkadaşlarının olmasını ister. Özellikle sizin yaşınızdaki çocukların en doğal hakkıdır bu.”

“O halde sizin gelmeniz, torunum Zeynep için çok iyi oldu desenize!” dedi Sağlıkçı Musa.

“Evet, bir bakıma öyle de denilebilir. Birlikte gezip tozabilir, Kendilerine özgü bazı güzellikleri paylaşabilirler.”

“Bir günlük beraberlik, yine de hiç yoktan iyidir,” dedi Zeynep. “Çok sağ olun.”

Cemre gülerek:

“Hayır!” dedi. “Biz bir günlüğüne değil, bir haftalığına geldik dağa.”

Şaşıra kalmıştı Zeynep. Heyecanla gülerek:

“Anlamadım,” dedi. “Ciddi mi söylüyorsunuz?”

“Evet,” dedi. Zafer Bey. “Torunlarımı bir haftalığına getirdim buralara. Robinson Mehmet’in, yani Nalbant Mehmet’in bahçesine çadırımızı kurduk bile.”

(SÜRECEK)