I
Sohbetlerde hep söylerim ve yazarım hatta, zanaatta usta çırağını seçer, sanatta ise çırak ustasını veya ustalarını seçer diye. Eklerim de, sanat çırağı için ustasının yaşıyor olması da önemli değildir.
Hilmi Yavuz Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olan hocası Behçet Necatigil için “Behçet Hoca” adlı kitabında “Büyük öğretmenler, gerçekte, ölümlerinden sonra da öğrencilerini eğitmeye devam eden öğretmenlerdir” demektedir.
Behçet Necatigil’in sıra dışı biri olduğunu ise şu sözleriyle ifade etmektedir Hilmi Yavuz, “Tuhaf bir karizması vardı, buna belki de bir anti-karizma bile denebilir. Şiirlerinde nasıl sıradan olanın, insanın temel varoluş meseleleriyle ilişkili olduğunu gösterdiyse, yaşamında da ‘herkes’ gibiyken, herkesten bir olmadığını gösterebilmişti.”
Herkes gibiyken onlardan biri olmamak yolcunun çilesidir. Ne söylese ne yazsa eksik olduğunu bilir. Yarım kalmışlık sarmalı… O yarım kalmış boyut okuyan, dinleyen, seyreden için çekim alanıdır nasıl da. Cazibe merkezi… O yarım kalmış metinde kendi eksik yanıyla da yüzleşir. Bu da okurun yolculuk hâlidir.
“Yarımlık”, der Necatigil, “İstediğim hâlde birçok şeyi söylememiş, açıklayamamış, olmanın verdiği eksiklik, yarımlık duygusu.”
Tomurcuk
Açarken daha
Işığa, ışığına
Nasıl da bilir
Solacağını
Eksik yanıyla çoğalır söz
Büyütür tohumunu çiçek
Saklısında
Ufkunu denizin
İnerken akşam
Gelincik tarlası misal
Okur / yolcu
Eksik hayatını ömrünün
II
Her metin ister şiir, ister öykü, ister roman, ister resim bir kurgudur. Kurgu, “efradına cami, ağyarına mâni” olma sanatıdır. Dedim, dedim de…
Thomas Mann, “Yazınsal kurgulama yetisi elbette yazarlık mesleği için tek ölçüt olamaz. Yazarlık, kurgulama yetisi değildir; yazarı yazar yapan şey ruhlandırma yetisidir” demesin mi.
Bir metni, okur, seyreder, dinlerken “Ne ruhsuz şey” dediğimiz olur. Yüksek sesle söylemesek da altyazı geçer zihnimizden. Hatta bu ifadeyi insan için de kullandığımız olur. “Ne ruhsuz şey!”
Anatomik kurgusu güzeldir de onunla konuşmaya başladığımızda bir şeylerin eksik olduğunu hissederiz. Halk ağzıyla söylersek, yıldızımız barışmamıştır onunla. Bu gerçeklik sanatsal metinler için de geçerlidir. Kurala, kurama uyar da bir şey eksiktir. O eksik olan şey ruhtur aslında. Yutkunup bakarsınız. Bu bizim ünlem hâlimizdir.
Çağnam Erkmen bir söyleşisinde “Yok” adlı öykü kitabında “Ünlem Yutkunmaktır” adlı öyküsü için şunları söyler, “Ünlemi bağıran bir ses vurgusunun aksine, feryadı gizlemek için yutkunan kahramanın iyice cılızlaşmış sesinin önüne koymuştum. Ünlemi tüm yutkunan cümlelerin başına koymuştum.”
Biz dönelim kurguya…
Adorno şöyle demektedir, “Güzellikten başka amacı olmayan anlatım hiç de ‘fazla güzel’ değildir. Dekoratiftir, sanatkâranedir, çirkindir.” Bu ifadedeki “güzellik” kelimesi yerine kurgudaki ruhu koyarsak galiba taş yüzüğünü bulacak.
Metin ruh ilişkisinin diğer yüzü, yüzleri demeliyiz aslında, okurdur. Dinleyen, seyreden… Sanatçı nasıl kendi pencere ve cam derecesiyle insanı, doğayı, kâinatı okuyup, değişende değişmeyeni yakalama çabasıyla söylüyorsa okur da her metni kendi pencere ve cam derecesiyle algılayacaktır. Sanatçının metne verdiği ruhu okurun hissedememesi de hayatın bir başka gerçekliğidir. Derler ya vermeyince mabut, neylesin Mahmut…