Tarih, demokrasinin üniforma giydiği her dönemin bedelini ağır biçimde ödemiştir. Zira demokrasi, ancak sivil akılla, özgür tartışma ortamıyla ve halkın gerçek gereksinimleriyle ayakta kalabilir. Üniforma ise itaat, hiyerarşi ve sorgusuzluk demektir. Bu ikisi yan yana geldiğinde ortaya çıkan şey; adı demokrasi olan, fakat ruhu otoriter bir düzendir.

Militarizm yalnızca kışlaların ürünü değildir. Çoğu zaman kravatlı salonlarda, televizyon ekranlarında, alkışlarla beslenen kürsülerde filizlenir. Üniforma giymeyen ama onun zihniyetini taşıyan siviller, demokrasiyi içeriden aşındıran en tehlikeli unsurlardır. Sandık vardır ama korku dili hâkimdir; seçim yapılır, fakat itaat talep edilir.

Otoriter rejimler çoğu zaman sandıkla başlar. Seçimle gelen iktidarların, iktidarda kalabilmek için sürekli bir “tehdit” üretmesi bilinen bir yöntemdir. İçeride çözülemeyen ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar; dışarıda büyütülen düşman imgeleriyle örtülür. Halkın gündemi hayat pahalılığından, adaletsizlikten ve işsizlikten koparılır; yerini haritalar, askerî kavramlar ve savaş senaryoları alır. Üniformalı demokrasinin devreye girdiği nokta tam olarak burasıdır.

Türkiye’de yaşanan tablo da budur. Halkın sofrasındaki ekmek küçülürken, ekranlarda tehdit anlatıları büyütülmektedir. Enflasyon, yoksulluk, gelir dağılımındaki uçurum, eğitimdeki çöküş, sağlık sisteminin piyasalaşması, tarımın tasfiyesi ve sanayinin dışa bağımlılığı konuşulmamaktadır. Bunun yerine sabah akşam “beka”, “kuşatma”, “dış güçler” ve “jeopolitik hamleler” tekrar edilmektedir. Bu söylem, gerçek bir güvenlik gereksiniminden çok, demokrasiye üniforma giydirme çabasının ürünüdür.

Militarist dil korku üretir; korku ise itaati doğurur. Korkutulan toplum sorgulamaz, hesap sormaz. Üniformalı demokrasi yurttaş istemez; sessiz, hizaya girmiş kalabalıklar ister. Hak talep eden bireyler değil, tehdit algısıyla yönetilen kitleler arzulamaktadır.

Oysa gerçekler ortadadır. Türkiye, NATO üyesi bir ülkedir ve bölgesindeki en büyük askerî güçlerden birine sahiptir. Sınır komşularımızın hiçbirinin Türkiye’ye doğrudan bir işgal ya da varoluşsal tehdit oluşturabilecek gücü yoktur. Çevremizdeki birçok ülke iç savaşlarla yıkıma uğramış, merkezi devlet yapısını kaybetmiştir. Böyle bir coğrafyada ihtiyaç duyulan şey militarist hamaset değil, akılcı diplomasi ve barışçı siyasettir.

Ne var ki üniformalı demokrasi, diplomasiyi değil gerilimi tercih eder. Çünkü barış refah ister, şeffaflık ister, hesap sorulmasını beraberinde getirir. Gerilim ise kontrol sağlar. Savunma sanayisi övülürken, işçinin alım gücü savunmasız bırakılır. Silah teknolojileriyle övünen söylem, çocukların beslenme çantasındaki eksilmeyi görmezden gelir.

Bugün “ulusal güvenlik tehdidi” olarak sunulan birçok sorunun temelinde, açık biçimde bu iktidarın yanlış politikaları yatmaktadır. Komşu ülkelerin parçalanma süreçlerine verilen destekler, mezhepçi dış politika tercihleri ve iç politikada kullanılan milliyetçi söylemler; Türkiye’yi daha güvenli değil, daha kırılgan hâle getirmiştir. Şimdi bu kırılganlık, üniformalı demokrasiye meşruiyet kazandırmak için yeniden bir korku unsuru olarak kullanılmaktadır.

Oysa toplumun gereksinimi daha fazla silah, daha yüksek sesli nutuklar ya da sürekli tehdit dili değildir. Toplumun gereksinimi adalettir, hukuktur, ekmektir, eğitimdir, güvencedir. Gerçek demokrasi üniformayla değil; özgürlükle, eşitlikle ve barışla var olabilir.

Gerçek güç tankların sayısında değil, yurttaşın onuruyla yaşayabildiği bir düzen kurabilmektedir. Gerçek güvenlik sınır ötesi operasyonlarda değil, sınır içindeki adalette sağlanır.

Demokrasi üniforma giydiği anda, artık demokrasi olmaktan çıkar. Türkiye’nin gereksinimi; korkuyla değil akılla yönetilen, gürültüyle değil gerçeklerle konuşan bir siyasettir.