Uyuşturucu artık bir suç başlığı değil, bir halk sağlığı ve beka sorunudur. Annelerin çığlığı, istatistiklerin çok ötesinde bir gerçeği gösteriyor.
Bir ülke düşünelim; sınırlarında silah sesleri azalmış olabilir ama evlerin içinde başka bir savaş sürmektedir. Bu savaşın ne üniforması vardır ne de belirli bir cephe hattı. En tehlikeli düşman görünmez. Yöntemi sessiz, sonucu ise ölümcüldür. Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük tehlikelerden biri, uyuşturucunun toplumu içten içe kemiren sessiz bir istilaya dönüşmüş olmasıdır.
Uyuşturucu artık yalnızca “suç” başlığı altında tartışılabilecek bir konu değildir. Ne polis operasyonlarıyla ne de cezaevi istatistikleriyle açıklanabilir. Bu, doğrudan doğruya bir halk sağlığı krizidir; aynı zamanda bir beka sorunudur. Zira gençliğini kaybeden bir toplum, geleceğini de kaybeder.
Resmî veriler milyonlardan söz ediyor. Ancak bu sayıların arkasında anne-babaların uykusuz geceleri, parçalanan aileler, yarım kalan hayatlar var. Sayın Saygı Öztürk’ün köşesine taşıdığı gibi, bir annenin “Ben artık sokaklarda, cesetlerin arasında yemek dağıtıyorum” tümcesi, hiçbir istatistiğin anlatamayacağı kadar ağır bir gerçeği yüzümüze çarpıyor. Bu ülkede bazı anneler, evlatlarını hayatta tutabilmek için ölümle burun buruna yaşamayı göze alıyor.
Uyuşturucu, bireyi ele geçirirken toplumu da zehirliyor. Bağımlı olan yalnızca genç değil; onunla birlikte aile, mahalle, okul ve iş yaşamı da çöküyor. Suça sürüklenen çocuklar, umutsuzluğa itilen aileler ve her geçen gün biraz daha olağanlaştırılan bir çürüme hali… Asıl tehlike de burada başlıyor: Zehir sıradanlaşıyor, yıkım derinleşiyor.
Cezaevlerinde yatan her üç kişiden birinin uyuşturucu bağlantılı suçlardan içeride olması, sistemin alarm verdiğinin açık göstergesidir. Ancak cezaevleri çoğu zaman çözüm değil, sorunun başka bir boyutuna dönüşmektedir. Islah edilmesi gereken gençler, yeni suç ağlarıyla tanışarak dışarı çıkıyor. Ceza, bağımlılığı tedavi etmiyor; yalnızca erteliyor.
Daha vahimi, tedavi mekanizmalarının yetersizliğidir. Bağımlılıkla mücadele, yalnızca birkaç merkezle sınırlı tutulmaktadır. Bu merkezler de çoğu zaman gerçek anlamda bir rehabilitasyon sunamamaktadır. Tedavi olması gereken gençler, yeni çevreler edinerek aynı bataklığa geri dönüyor. Bu, açık bir sağlık politikası eksikliğidir ve bedelini tüm toplum ödemektedir.
Uyuşturucu baronları görünmez; ancak etkileri her yerde hissedilir. Onlar kazandıkça aileler borçlanıyor. Onlar büyüdükçe çocuklar küçülüyor. Gençler iş bulamıyor; bulsalar bile geçmişleri karşılarına çıkıyor. Toplum, bağımlıyı dışladıkça sorun daha da derinleşiyor. Çünkü dışlanan her genç, bu karanlık düzenin daha kolay avı hâline geliyor.
Şu soruyu sormak zorundayız: Devlet bu meseleye hangi gözle bakıyor? Uyuşturucuya karşı mücadele, yalnızca operasyon haberleriyle yürütülemez. Önleyici sosyal politikalar, aile eğitimleri, nitelikli ve yaygın rehabilitasyon merkezleri olmadan bu bataklık kurutulamaz. Bu, tek bir kurumun değil, topyekûn bir kamusal iradenin sorumluluğudur.
Uyuşturucu silah kullanmaz; ama sonuçları savaş kadar yıkıcıdır. Bir genci hayattan kopardığında, yalnızca bir birey değil, bir gelecek ihtimali de yok olur. İşte bu yüzden “sessiz zehir”dir. Ve işte bu yüzden yarattığı yıkım, düşündüğümüzden çok daha büyüktür.
Artık görmezden gelemeyiz. Bu ülkenin çocukları istatistiki birer veri değildir. Annelerin çığlığı duyulmadıkça, bu sessizlik hepimizi biraz daha karanlığa gömecektir.