Dostoyevski, bir şiir okuduğu için yargılanır ve Sibirya’ya sürülür. O günden sonra artık yalnızca bir mahkûm değil, insan ruhunun gözlemcisidir. Soğuk bir coğrafyada donan yalnızca insanın kemikleri değildir; adeta insan vicdanı da donmaktadır.

Sürgün günlerinde yaşadığı küçük bir olay, onun insanı anlama yolculuğunun adeta özeti olur. “Ölüler Evinden Anılar” adlı kitaptaki anlatımıyla, hapishanede herkesin tekmelediği bir köpek vardır. Ne zaman bir mahkûm yaklaşsa, köpek eğilir ve tekmeyi bekler. Kötülüğe alışmıştır artık; şiddeti yaşamın doğal bir kuralı sanmaktadır.

Bir gün Dostoyevski o kuralı bozar. Köpeğe yaklaşır, başını okşar. O an köpek şaşırır, birkaç saniye dona kalır, sonra hızla uzaklaşıp acı acı havlar. O günden sonra Dostoyevski’yi her gördüğünde kaçar.

Nedeni şudur: Kötülüğe alışmış bir varlık, iyiliği tanıyamaz. Şiddete şartlanan bir ruh, merhameti tehdit gibi algılar.

Bu sahne yalnızca bir köpeğin değil, aynı zamanda insanlığın da portresidir. Yaşamın her alanında, ailede, işte, siyasette, uzun süre korkuyla, baskıyla yaşayan bir varlık, sonunda sevgiyi ve şefkati bile yanlış anlar. Birisi elini uzatsa, refleksle geri çekilir. Çünkü o ruh artık tekmeyi ödül, sevgiyi tuzak sanmaya başlamıştır.

Toplumlar da böyledir. Uzun süre korkuyla yönetilen bir halk, sonunda özgürlüğü bile tehlike olarak görür. Sevgiye, kardeşliğe, dayanışmaya olan inanç zayıflar. Korku, toplumun ortak dili haline gelir. Böyle toplumlarda en büyük suç, zalimlik değil; iyilik ve iyimserliktir.

Dostoyevski’nin köpeği, aslında her çağda yeniden ortaya çıkar. Zira o köpek, yoksulluğa, baskıya, sevgisizliğe alışmış insanlığın simgesidir. Onu değiştirmek birdenbire olmaz. Ama biri, yine de elini uzatır; kaçacağını bilse bile, yine okşar. İşte gerçek umut, tam da orada doğar.

Umut, iyiliğin ikinci denemesidir. Birincisinde kaçılır, ikincisinde beklenir, üçüncüsünde yaklaşılır. İnsanlık, sevgiyi unuttuğu gibi, yeniden de öğrenebilir.

Bugün yeryüzünde Dostoyevski’nin köpeği hâlâ aramızda dolaşıyor. Savaşlardan, yoksulluktan, korkudan ürkmüş insanlık, sevgiye yabancı hale geldi. Ama yine de birisi çıkar, anlatır, dokunur, sarılır. Çünkü umut, bir elin ürkekçe uzanışıyla başlar. Bizim de 19 Mayıs 1919’da yeniden umudu bulduğumuz gibi.

Ve belki de insanı insan yapan şey tam da budur: Tekme atmayı değil, okşamayı seçmek.

Not: Bu yazı Berfin Bahar Dergisi’nin Aralık 2025 (334.) sayısında yayınlanmıştır.