Şiir, yazın (edebiyat) türlerinin içinde en ilgi göreni, en ilgi çekenidir.

Çünkü her okur, kendini bulur o dizelerin arasında; kendi düşün (hayal) dünyasına göre yorumlar o dizeleri.

Oysa ozan, bambaşka bir ruh haliyle kaleme almıştır o dizeleri; kimseler bilmez bunu.

Geniş kitlelere mal olan Orhan Seyfi Orhon’un “Veda Busesi” şiiri de her şiir severce; böyle algılanıp, böyle yorumlanan şiirlerdendir.

“Hani o bırakıp giderken seni
Bu öksüz tavrını takmayacaktın?
Alnına koyarken veda buseni
Yüzüme bu türlü bakmayacaktın.” dizeleri, okurlarda, iki aşığın birbirlerine yazdığı dizeler olarak algılanır.

Bu bağlamda pek çok aşık, bu ruh haliyle okur, bu ruh haliyle dinler ve dinletir bu dizeleri.

Ben de böyle algılayanlardan, bu ruh haliyle yorumlayanlardandım.

* * *

Oysa öyle değilmiş.

Orhan Seyfi Orhon bu şiiri, kanserden ölen kızı için yazmış.

Şiirin öyküsünü okuyunca, içim burkuldu, yüreğim kanadı.

Çok kötü hissettim kendimi.

Tanrı hiç kimseye evlat acısı göstermesin.

Meğer o dizeler, nasıl bir ruh haliyle yazmış, bizler ne anlamışız.

Ozanlık böyledir işte…

Şiir de böyle bir şey…

Bir şiiri ozan ruhuyla irdelemezseniz, nereye çekerseniz oraya gider o dizeler.

Yıllardır biz de bu şiiri sündüre sündüre bir hal olduk.

Her bir sözcüğünde, her bir dizesinde büyük acılar barındıran bu şiirle dans ettik.

Tıpkı içinde büyük acılar barındıran “Hey onbeşli onbeşli” türküsüyle şakır şakır oynayıp, göbek attığımız gibi…

Neyse…

Biz Orhan Seyfi Orhon’a bu dizeleri yazdırtan öyküye dönelim..

“… Babası kızının kapısını açarken biran duraksadı.

Sessizce kapının kolunu aşağı indirdi, kızının bugün daha iyi olması için dua etti.

Gün boyunca kızına doyasıya sarılmayı düşünüyordu.

O yüzden bütün işlerini iptal etmiş, akşama kadar onun yanında oturmayı planlamıştı.

Uyuyup uyumadığını kontrol etmek için usulca yatağın üstüne eğildi.

Kızı perişan halde görünüyordu.

Gözleri yaşaran baba, kızının bu halini görmesini istemediği için usulca eğildi ve dudaklarını kızının alnına koydu. Öpmedi çünkü öpmek çok kısa bir andı.

Öylece durdu ve derin derin nefes alarak kızının kokusunu içine çekti.

Tam çekilmek üzereyken; kızı eliyle babasının kolunu tuttu. Öylece kala kaldı baba. Ama biraz daha orada, o halde dursaydı gözyaşları kızının yüzüne damlayacak, ağladığı anlaşılacaktı.

Yatağın yanındaki sandalyeye oturdu.

Kız o kadar bitkin düşmüştü ki; çok kısık bir sesle; "Babacığım, annemin öldüğü günü anımsıyorum; günlerce ağlamıştın.

Şu son anlarımda senden bir şey istiyorum. Ben öldükten sonra hiç ağlamayacaksın, gözünden bir damla yaş bile düşmeyecek, anlaştık mı?" dedi.

Baba imkânsızı isteyen kızına baktı, ağlamaklı halini bastırarak başını hafifçe salladı.

Kızı çok zor nefes alıyordu.

Birkaç saniye içinde de nefes alışverişleri kesildi, başı yana düştü.

Hıçkırıklar içinde kızını kucağına aldı Orhan Seyfi.

Kızının cansız bedeni hâlâ ateşler içindeydi. Buna rağmen üşümesin diye battaniyeyle sardı kızını, bahçeye çıkardı.

Kızını sandalyeye oturtup, yere çöktü, başını kızının kucağına koydu, hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

İşte o an dilinden, bu ölümsüz dizeler döküldü…”


VEDA
Hani o bırakıp giderken seni
Bu öksüz tavrını takmayacaktın?
Alnına koyarken veda buseni
Yüzüme bu türlü bakmayacaktın.

Hani ey gözlerim bu son vedada;
Yolunu kaybeden yolcunun dağda;
Birini çağırmak için imdada;
Yaktığı ateşi yakmayacaktın?

Gelse de en acı sözler dilime;
Uçacak sanırdım birkaç kelime...
Bir alev halinde düştün elime;
Hani ey gözyaşım akmayacaktın?