Günlerdir televizyon ekranlarındaki “ Paralel Devlet” üzerine yapılan hararetli tartışmaları izleyip gülüyorum.
Hükümetin köşeye sıkıştığı her dönemde gündem değiştirmeyi, kamuoyunun dikkatini başka yönlere çekmeyi başaran Başbakan, bakanlarının, yakınlarının ve bürokratlarının adlarının yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla anıldığı “ 17 Aralık Olayı” sonrasında da “ Paralel Devlet” kavramını ortaya atarak kamuoyunun ağzına bir çiğnemlik sakız verdi.
Roboski (Uludere) de otuz dört Kürt köylünün F- 16’larla katledilmesi emrini kimin verdiğini açıklayamadığında da “ Her kürtaj bir Uludere’ dir” sözleriyle kamuoyunu kürtaj tartışmalarının içine çekmeyi başarmıştı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ama bu kadarı yeterli sanırım.
Beni güldüren, kapitalist devletin her sosyal kesime aynı uzaklıkta ve her sosyal sınıfın sorunlarına eşit yaklaşım içinde olduğu algısı üzerinden yürüyen tartışmalardır.
Sistemin uygulayıcıları, hükümet ve kurumları, yani devleti yöneten siyasi partiler bir ideolojinin ve ekonomik projenin temsilcileridirler. Parti tüzüklerini bunun üzerinden yapar, seçim propagandalarını bunun üzerinden yürütürler. Yani devleti yöneten siyasi erkin, toplumun tüm sosyal kesimlerinin beklentilerine cevap vermesi beklenemez. Seçimlerde devleti yönetme yetkisi elde eden siyasi parti, kendi ideolojisini ve ekonomik programını hayata geçirebilmek için kurumların yönetim kadrolarını amaçları doğrultusunda şekillendirir, politikalarını destekleyecek (vakıf, dernek gibi) yeni oluşumlara ayrıcalıklar tanır.
Burjuva Devlet, ideolojik ve ekonomik çıkar beklentisi içinde olanların at oynattıkları bir siyasi arenadır.
Yani hükümetler programlarını ve ideolojilerini hayata geçirirken bir takım yandaş oluşumları koruyup kollayarak onların desteklerini almak zorundadır. Bunun doğru ve meşru bir yol olduğunu söylemiyorum. Söylemek istediğim hükümetlerin ekonomik ve siyasi çıkar beklentisi içinde olan grupları koalisyon ortağı olarak bazı alanlarda gizli yetkiler ve ayrıcalıklar tanımasıdır.
İşte, Başbakan’ın ortaya attığı “ Paralel Devlet” kavramının anlamı budur. Ama bu kavram bir olgunun saptanması olarak ortaya atılmamış, su yüzüne çıkan anlaşmazlığın hükümetin hatta devletin yapısını temelinden sarsacak bir boyut kazandığında, suçluluk telaşıyla ve can havliyle söylenmiştir.
Cemaatin devlet kurumları üzerindeki etkisi deşifre olmuştur ama başka paralel yapıların da olduğu gerçeği bir türlü kabul edilmemektedir. Yandaş medyayı elinde bulunduran sermaye gruplarının hükümete destek verme karşılığında ne gibi avantajlar ve ayrıcalıklar elde ettiklerini, ne tür ekonomik ilişkiler içinde olduklarını ne yazık ki kimse sorgulamıyor.
Yandaş medya patronlarının, ülkenin en zengin işadamları listesinde en üst sıralarda yer almalarının nasıl gerçekleştiğiyle kimse ilgilenmiyor.
Evet, ortada bir paralel devlet değil, bir koalisyon vardır ve bu koalisyon bozulmuş, çürümüş, ortalığa pis kokular yayılmaya başladığı için de gizlenemez hale gelmiştir.
Başbakan, dershane tartışmalarıyla kılıçların çekildiği günlerde cemaate “Şimdiye kadar ne istediniz de vermedik” diye seslenerek aralarındaki ortaklığı zaten açığa vurmuştu.
Başbakan, bu paralel (Cemaatçi) yapıdan haberdar olmadığına, ancak kendisine kayıtsız, koşulsuz biat eden ve göklere çıkardığı seçmen kitlesinden, hükümetle çıkar ilişkileri olan oluşumlardan başkasını inandıramaz.
AKP, nitelikli elemanlara sahip olmadığı için devlet kurumlarına cemaat yandaşı bürokratları atamış, bu kadroların marifetiyle TSK’nın, sivil toplumun laik ve Kemalist yapısını büyük ölçüde çökertmiş, muhalif grupları, kişileri yargı ve emniyetin anti- demokratik uygulamalarıyla baskı altına almış, mahkum etmiş ve sindirmiştir.
Bu, hükümet- cemaat koalisyonunun hangi nedenlerle bozulduğunu bilemiyoruz, ama şunu görmek hiç de zor değil;
AKP ve cemaat aynı ideolojinin savunucularıdırlar ve aynı amaç için faaliyet yürütmektedirler, ama AKP daha gerici ve muhafazakar bir tabana sahiptir. Cemaatin tabanı ise daha sosyal ve entelektüel unsurlardan oluşmaktadır.
Aydınları, eğitimli insanları, sanatçıları sürekli aşağılayarak, düşünme, sorgulama ve kuşkulanma iradesine sahip olmayan seçmen kitlesini kemikleştirme çabası içinde olan bir partinin on yılı aşkın bir süredir iktidar olması anlaşılır bir şeydir ama devleti yönetmek için de nitelikli kadrolara ihtiyaç vardır.
AKP hükümeti- Fethullah Gülen cemaatiyle dini kurallara göre yönetilen bir ülke oluşturma özlemini gerçekleştirmek için bir ittifak kurmuş ve bu kutsal ittifak deşifre olmuştur.
Bakanlara ve yakınlarına kadar ulaşan yolsuzluk ve rüşvet iddiaları, ortaya saçılan paralar, yeni operasyonları önleme girişimleri, siyasi ahlaksızlığa toplumun tepkisizliği, kamuoyunun dikkatinin tali konulara yönlendirilmesi…
Bunlar, tüm bunlar bir ülkenin tüm kurumlarıyla birlikte derin bir yozlaşma çukurunun içinde hızla çürüdüğünün göstergesidir.
Yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla sıcak paraya endeksli ekonominin tepetaklak olmasının faturası yine emeğiyle geçinenlere çıkarılmıştır.
Dövizdeki yükseliş temel ihtiyaç mallarına ve hizmetlere yansımaya başlamıştır. Yukarıda birileri iktidar, rant ve vurgun kavgası yaparken yumruğu yiyen yine emekçi kesimler olmuştur.
Rayından çıkmış devlet kurumlarının yeniden işler hale getirilmesi o kadar da kolay olmayacaktır.
Her anti- demokratik uygulama, arkasında kötü alışkanlıklar ve izler bırakırken, en abes, en akıldışı uygulamaların olasılığının kanıksanması tehlikesini de geleceğe taşır.
Tüm bu çirkin ilişkiler, yolsuzluklar, rüşvetler kapitalist sistemin uygulandığı her ülkede ahlaksızlara, onursuzlara sunduğu iğrenç bir lütuftur…