Ben, sizi 1943'lü yıllara yani 55-56 sene öncesine götüreceğim. O zaman Çorum şimdikine göre çok küçüktü. Sadece bir tane Ortaokul vardı şimdiki Atatürk Lisesi. Onun da lise kısmı yoktu.
Şehrin merkezine yakın ve en gözde mesken yeri Karakeçili Mahallesi ve Alaybey sokak olmasına rağmen Lise ile evler arasında tarlaların yer aldığı bayağı bir boşluk vardı. O tarlalara buğday ekilirdi. Ama o tarlalar da çoluk-çocuk ve tavuk-kaz giriyor diye kıymetli sayılmazdı. Fakat çok sonra oralar ev yeri olarak satılmaya başlandı.
Bu günkü şehrin en pahalı apartman daireleri oralarda satılıyor maalesef. Daracık sokaklarda, 5-6 katlı apartmanlarla yeşil alanda bırakılmayarak beton yığını oldu oralar. Otopark ise düşünülmedi bile. Bir adım bile ötesini göremedi yetkililer.
O yılların insanları bana göre bu günkünden çok daha çalışkandı. (Bilhassa kadınlar) Fakat bu günkü telaşe de yoktu. Daha bir oturaklı gibiydi insanlar. Mahallelerde ağalar vardı mahalle halkı onları sayar sever, onlar da mahallenin her türlü derdiyle alakadar olurlardı.
İnsanlar sabahları erken kalkar, tabii ki erken de yatardı. İnsanlar, bilhassa kadınların çoğu sabah namazına vaktinde kalkardı. Ben, kendimi bildim bileli benim üzerime uyurken güneş doğmadı diye övünürdüm. Sonra elektrik evlere girdi, radyo girdi, hele de televizyon girince bu anane de kalktı gibi bir şey. Teknoloji geldi adım, adım, mutluluk ta gitti adım, adım.
İnsanlar tabiatın dengesini bozdu, tabiat insanlardan intikamını çok çetin olarak aldı.
Zaten sabahleyin erken kalkmayınca insanlar bütün işleri kendi güçleriyle yaptığından yetiştiremezlerdi. Bulaşık elde, çamaşır elde, ev süpürmek öyle. Evlerin hemen hepsinin kocaman bahçeleri vardı onları süpürmek te öyle. Bahçeye marul, maydanoz hatta sebze ekilirdi. Böyle gazlı ocak nerede? Sabah çorbası veya çayı için ocakta odunları tutuşturacağım diye ocağı üfle babam üfle.
Evlerin çoğunda inek, kömüş, at veya eşek bulunurdu. O günün vasıtası oydu. Onunla bağa, bahçeye, tarlaya gidilirdi.
Bizler yani çocuklar, hayvanları mahallelerde toplandıkları bir yer vardı oraya çobana götürürdük. Bu işler çok erken yapılırdı, hemen güneş yeni doğar doğmaz. Yoksa çoban hayvanları alır yazıya götürür, geç kalınca çobana yolda yetişilirdi. Yetişemezsen hayvanını geri eve getirmek mesele olurdu.
Bilhassa kadınların işi çok zordu, gün doğmadan işe koyulurlar yatsı namazına kadar hiç boş durmazlardı. Yatsıdan sonra da çorap yamarlar, çorap, kazak örerlerdi. Ama insanlar eminim ki bu günkünden mutluydu. Her işi bitirince bir sevinç duyarlardı. Stres denen bu günkü insanların baş belası illet yoktu. Teknoloji geldi insanların işi kolaylaştı. O nispette adım, adım mutluluk ta insanlardan uzaklaştı gibi geliyor bana.
Sonra hastalıklar. Hani bir söz vardır "ter çıkmayan vücuttan dert çıkmaz" diye, bugün kadın erkek terleye terleye çalışan kaç insanımız var ki? Biliyorsunuz dini bayramlar her sene 10 gün önce gelir, onun için ben bayramları her mevsim yaşadım. Kışa gelen bayramların bilhassa sobalı evlerde sıcak günlerdeki kadar tadı olmasa da nerede o eski bayramlar diye herkesin kullandığı sözü ben de tekrarlayacağım.
Bayram hazırlıkları 10-15 gün önce başlardı çünkü birçok iş evde yapılırdı. Bilhassa baklava börek.
Kız çocuklarının elbiseleri evde elde dikilirdi. Yine analar yetişirdi imdada, kızlara fistan, oğlanlara gömlek diker, meşe kömürüyle ısıtılan ütüyle elbiseler ütülenirdi.
Çok öncelerden başlardı bayram hazırlığı, eskiden böyle çeşit, çeşit ayakkabı da yoktu. Sandal denilen üstünde bir santim kalınlığında deriden atkısı bulunan, yandan tokalanan siyah ve kırmızı, sadece iki rengi olan çocuk ayakkabıları vardı. Kızlar kırmızısını oğlan çocukları da siyahını giyerdi ekseriyetle. Bazen değişiği de olurdu. Fiyatı ise 50 kuruştu 1944 yılı civarında. 2-3 yıl sonra çaput ayakkabı dediğimiz Kartap marka yüzü bez, altı lastik ayakkabılar çıktı, kızlar da oğlanlar da giyerdi. Fiyatı 100-125 kuruştu. Bu tarihte amele de bu fiyata çalışıyordu.
Ayakkabılarımız bayramdan 3-5 gün önce alınırdı. Çoğu çocuklar gibi ben de ayakkabılarımı hiç giyilmediği için yastığımın altına bir beze sarar kor, derinin hoş olmayan kokusuna katlanarak uyurdum. Sabahleyin odamın içinde şöyle bir dolaşırdım. Bayram sabahına kadar giyilmesine müsaade edilmezdi. 1-2 yıl sonra uzun pantolon ve potin denen ayakkabı alınmaya başlandı bana. O günlerin heyecanını sevincini hala yüreğimde duyuyorum. O günlerin, o bayramların sevincini, heyecanını, sıcaklığını bir daha hiç duymadım dersem yeridir.
(SÜRECEK)