İnsanlık tarihi, yalnızca savaşların, iktidarların ve fetihlerin değil; aynı zamanda kural koyma çabasının da tarihidir. İnsan, kaostan düzen üretmek için din, hukuk ve ahlâk gibi kurumlar yaratmıştır. Bu kurumlar, toplumsal yaşamı olanaklı kılan temel dayanaklardır. Ancak sorun, bu dayanaklardan birinin diğerlerinin yerine geçirilmesiyle başlar.

Din, kuşkusuz insanlık tarihinin en etkili kurumlarından biridir. Yalnızca dünyayı değil, ölüm sonrasını da kapsayan geniş bir etki alanı vardır. Bu nedenle tarih boyunca yönetenler için güçlü bir meşruiyet kaynağı olmuştur. İnancın sunduğu ödül ve ceza vaadi, kilometrelerce ötede yaşayan insanları bile denetim altında tutabilmiştir. Bu anlamda din, iktidarla çoğu zaman yan yana yürümüştür.

Çağdaş dünyada artık görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçek var: Toplumsal düzenin tek güvencesi din değildir.

Hukuk vardır.
Ahlâk vardır.
Daha da önemlisi insan onuru vardır.

Ahlâk, herhangi bir inancın tekelinde değildir. İnançsız bir insan da ahlâklı olabilir; inançlı bir insan da ahlâksız davranabilir. Bu bir varsayım değil, günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız somut gerçeklerdir. İnanç oranının düşük olduğu bazı toplumlarda kamusal düzenin, karşılıklı saygının ve bireysel sorumluluğun yüksek olması bunun açık göstergesidir. Demek ki ahlâk, yalnızca kutsal metinlerle değil; eğitimle, bilinçle ve vicdanla da inşa edilebilmektedir.

Asıl söylemek istediğimiz şudur: İnanç, insanı iyiliğe yönlendirmiyorsa; başkasının onurunu korumuyorsa; acı karşısında merhamet üretmiyorsa; yalana, iftiraya ve linçe set çekemiyorsa…

O inanç, amacından kopmuş demektir.

Günümüzde sıkça tanık olduğumuz çelişki tam da buradadır. Bir yanda beden üzerinden ahlâk devşiren bir dil; diğer yanda kişilikleri, hayatları ve hatıraları hoyratça çiğneyen bir pratik… Bir yanda “günah” hassasiyeti; öte yanda iftirayı, hakareti ve zulmü sıradanlaştıran bir körlük…

Bu tablo bize şunu gösteriyor: Sorun dinin varlığı değil, ahlâkın içinin boşaltılmasıdır.

Ahlâk, yalnızca ne giyildiğiyle, kiminle yaşandığıyla ya da nasıl inanıldığıyla ölçülmez. Ahlâk; güçsüzün yanında durabilmektir. Ahlâk; susulması gereken yerde susmayı bilmektir. Ahlâk; ölenin ardından konuşmamayı, yas tutana saygı duymayı bilmektir. Ahlâk; başkasının onurunu, kendi inancından daha aşağıda görmemektir.

Çağdaş bir toplum, dini yok saymaz; ama onu tek ölçüt hâline de getirmez. Hukuku inanca feda etmez. Ahlâkı korkuya teslim etmez. İnancı, insan onurunun önüne koymaz.

Zira insan onuru evrenseldir. Mezhep tanımaz. Kimlik sormaz. İnananla inanmayan arasında ayrım yapmaz.

İnsan onurunun olmadığı yerde, ne din insanı yüceltir ne de inanç toplumu iyileştirir. Geriye yalnızca korku, ikiyüzlülük ve çürümüş bir vicdan kalır.

Bugün gereksinim duyduğumuz şey, daha fazla bağıran dogmalar değil; daha fazla adalet, daha fazla merhamet ve daha fazla vicdandır.

Çünkü çağdaş dünyada asıl sınav şudur: İnanç, insanı koruyor mu; yoksa insana zarar mı veriyor?

Bu soruya dürüstçe yanıt veremeyen hiçbir toplum, ne dindar ne de uygar olabilir.