“Doğru söylüyorsun Prenses,” dedi Özgün. “Zaman zaman annemize, babamıza, öğretmenimize kızdığımız oluyor. Niye? Bazı konularda bizlere karşı titiz, disiplinli ve kurallı davrandıkları için. İsteklerimize çoğu zaman hayır dedikleri için.”

“Böyle bir olay yaşadıktan sonra, onlara daha çok hak vermeye başladım ben,” dedi Cemre.

“Ben de aynı görüşteyim.”

“Ben de hak veriyorum düşüncelerinize. Bir an önce gidelim de, Büyükbaba’mı merakta koymayalım Özgün.”

Yeniden davrandılar.

Patikayı izleyip, derenin içine inen traktör yolunu buldular. Oradan tarlanın altına gelip, kestirmeden tırmandılar yukarı. Onlar yukarı düzlüğe çıktıklarında güneş batmak üzereydi. Güneye doğru bir top yeşillik olarak uzanan bahçeyi gördüklerinde, derin bir soluk aldılar. İyice yorulmuş adım atacak durumları kalmamıştı ama sevinçli ve mutluydular.

“Hele şükür,” dedi Cemre. “Sonun da gelebildik.”

“Bakın,” dedi Özgün: “Oğlanuçuran Kanyonu’na indiğimizi Büyükbaba’ma sakın söylemeyelim. Böylesine tehlikeli bir serüven yaşamış olmamız, onu üzülebilir doğal olarak. Onun üzülmesini hiç birimiz istemeyiz sanırım. Dostlu Tepesi’ne çıktığımızı, belli bir yere kadar inip döndüğümüzü söyleriz.”

“Saklamayı doğru bulmuyorum ama yine de dediğin gibi olsun,” dedi Cemre.

Emre’yse:

“Gerekirse ilerde, uygun bir zamanda açıklarız,” dedi.

Bahçeden duman yükseliyordu. Büyükbabaları gelmiş olmalıydı. Havuza akan suyla bir güzelce yıkadılar ellerini, yüzlerini. Ardından kağıt mendille kurulandılar. Kulübenin ön kısmına dolanıp bahçeye girdiler. Büyükbabaları çadırın önünde oturmuş, kitap okuyordu. Onları görünce kalktı yerinden.

“Nerede kaldınız çocuklar?” dedi. “Beni merakta koydunuz! Neredeyse aramaya çıkacaktım sizleri. Hele hoş geldiniz!”

“Hoş bulduk. Siz de hoş geldiniz Büyükbaba,” dediler. Önce Cemre gelip, sarılıp öptü Büyükbaba’sını. Belli ki yaşadıkları heyecan ve korku dolu serüvenin etkisinden kurtulamamıştı daha. Bir türlü bırakmak istemiyordu O’nu. Yağmur gibi yaş yürümüştü gözlerinden.

“Neden ağlıyorsun kızım? Bir şey mi oldu? Yoksa?..”

Cemre ağlayınca, endişelenmişti Özgün:

“Yok Büyükbaba,” dedi. Kavga falan etmedik. Seni çok özledi de onun için ağlıyordur!..”

“Evet, Büyükbaba seni çok özledim!”

Ardından Özgün’le Emre de sarıldılar Büyükbabalarına.

Zafer Bey pek inandırıcı bulmamıştı Cemre’nin sözlerini ama inanmış göründü. Onu üzen mutlaka önemli bir şey olmalı, diye geçirdi içinden. Üstelemedi. Varsa bir şey, nasıl olsa bir süre sonra kendiliğinden çözüleceklerdi.

“Biriniz alnınızı, biriniz çenenizi çizdirmişsiniz.”

“Ben de elimin üstünü Büyükbabacığım…” dedi Cemre.

“Ama dikkatli olmalısınız, değil mi yavrucuğum?”

“Önemli bir şey değil,” dediler.

Günü nasıl geçirdikleri sorusuna ise Özgün:

“Sarıkis’in önünden Dostlu Tepesi’ne çıktık. Dönüşte de Suludere’de oyalandık,” demişlerdi.

Zafer Bey, tavuk ve pilav pişirmişti. Bir de salata yaptılar yanına. Karanlık kavuşmadan sofrayı serdiler. Bir güzelce doyundular. Yemeğin üzerine birer de çikolata verdi çocuklara.

Ardından, cep telefonuyla, anne ve babalarıyla görüştürdü çocukları. Sevindiler, mutlu oldular.

Ormanın kıyısından odun ve çalı taşıdılar karanlık kavuşmadan. Zafer Bey önce çalıları çatıp bir ocak yaktı eski yerine. Kurumuş çalılar çabucak tutuştu. Çatırdayarak yanmaya başladı. Üzerine odunları dizdiler. Çok sürmedi. Onlar da tutuştular. Sağlıkçı Musa’nın “sinsin ateşi”, çocukların “kamp ateşi”, Zafer Bey’in de “çoban ateşi” dediği koca bir ocak oldu. Göğe yukarı yükselen alevler Özgün’e, tarih öncesi alev kusan dev canavarları anımsattı.

Yalımlar öylesine güçlüydü ki çevresini gündüz gibi aydınlattı. Sonra Cemre sazını dillendirdi. “Gezme Ceylan Şu Dağlarda Seni Vururlar”, “İki Keklik”, “Leylim Ley”, “Dağlar Dağlar”, “Şu Karşı Yaylada Göç Katar Katar” türkülerini seslendirdi. Müziğin ezgisi dalga dalga yayıldı çevreye.

(SÜRECEK)