Dünya inanılmaz bir hızla ilerliyor, dönüşüyor. Yapay zekâ, robotlar, otonom sistemler, biyoteknoloji… Bunlar artık yaşamın gerçeği. Çin insansı robotlarını seri üretime hazırlıyor, ABD yapay zekâyı hukukla bütünleştiriyor, Avrupa veri ekonomisini yeni bir sermaye modeli olarak kullanmaya başladı bile.

Peki Türkiye ne yapıyor? Keşke “yerinde sayıyor” diyebilseydik; geri gidiyor.

Her ülke bu büyük dönüşümün bir parçası olmak için yarışırken Türkiye sonu gelmez iç çekişmelerle uğraşıyor. Siyaset, kavga ve günlük polemikler ülkenin enerjisini tüketiyor. Ekonomi kırılgan, hukuk tartışmalı, eğitim sistemi çökmüş durumda.

Bu ortamda teknolojiye yatırım nasıl yapılır?
Hangi girişimci böyle bir iklimde risk alır?
Bilim insanının üretme olanağı var mı?

Asıl ürkütücü olan şu ki dünya yeni çağın altyapısını çoktan kurdu. Türkiye ise henüz gündemin merkezine teknolojiyi koyabilmiş değil. Siyaset kendi krizlerinde boğuluyor.

Biz hâlâ dijitalleşmeyi tartışıyoruz; dünya robotik çağın ürünlerini piyasaya sunuyor.

Araştırmalarımız bizi üç temel noktaya odaklıyor: Altyapı kırık dökük: Fiber yetersiz, veri merkezleri sınırlı. Eğitim sistemi iflas etmiş: Mühendis yetişmiyor, yetişenler yurtdışına gidiyor. Kurumsal kapasite zayıf: Devletin dijitalleşmesi lafta, uygulamada eksik.

Bu altyapıyla robotik çağda rekabet etmek mümkün değil. Karınca adımıyla bu çağ yakalanamaz.

Her kriz döneminde aynı tümceyi duyuyoruz: “Türkiye üretim üssü olacak.”

Gerçekte sanayi alarm veriyor. Organize sanayi bölgelerinde vardiyalar düşüyor, makineler yavaşlıyor. Düşük teknolojiye dayalı sektörler bir bir çöküyor.

Bu tablo bizi “üretim üssü” değil, ancak düşük maliyetli taşeron yapar. Bunun da geleceğin ekonomisinde hiçbir anlamı yok.

Türkiye hâlâ ucuz iş gücünü avantaj olarak sunuyor. Dünya robotları kullanırken ucuz emek strateji değildir; hatta bir intihardır.

Türkiye’nin paradaki eksikten önce vizyon sorunu vardır. Ar-Ge’nin millî gelirdeki payı gülünç düzeyde. Ne bilim politikamız var ne teknoloji politikamız. Uzun vadeli bir devlet aklının olmadığı ortada.

Sistem, girişimcinin önünü açacağına kapatıyor. Bilim insanını desteklemiyor.

Geleceğin ekonomisi veri, yazılım, çip, biyoteknoloji ve yapay zekâ üzerine kuruluyor. Bizde ise hâlâ “yüksek teknoloji” anlayışı yerleşmiş değil.

Yine de tren tamamen kaçmış değil. Hâlâ sıçrama yapabileceğimiz alanlar var; yazılım, savunma teknolojileri, biyoteknoloji, temiz enerji, otonom sistemler gibi…

Ama bunların tek bir koşulu var: Hukuk, güven, istikrar ve bilime saygı.
Bu dördü olmadan ne teknoloji ekosistemi kurulabilir ne de kurulsa ayakta kalabilir.

Türkiye’nin iflah olmaz hataları:
Dünyayı izlemiyor, tartışmaları izliyor.
Bilimi konuşmuyor, dedikoduyu konuşuyor.
Geleceği planlamak yerine günü kurtarıyor.

Teknolojik olarak çağı yakalayamamak, uygarlık yarışında da geri kalmak demektir.

Dünya yeni çağa çoktan adım attı. Türkiye ise hâlâ hangi kapıdan gireceğini arıyor.

Ve içinde bulunduğumuz çağın acımasız gerçeği: Uyanmayanı kimse uyandırmaz; oyunun dışına iterler.