Tepeyi aşacağımız yerde bir lokantanın önüne sapan arabamız, oradaki boşluğa park ediyor. Bir de otobüs var orada. Burası, “Dağ Lokantası”ymış. Sorarak öğreniyorum yolculardan. Sürücüyle yardımcısı arabadan inip lokantaya giriyorlar. Biz bir süre bekliyoruz. 10-15 dakika sonra geliyorlar. Arabamız yeniden hareket ediyor. Dereleri tepeleri aşarak gidiyoruz. Uzaktaki köyleri ve çevrenin doğal güzelliğini seyrederek gitmek bir başka heyecan ve coşku veriyor bana. Bunlar ülkemin güzellikleri.

İkindiye doğru ulaşıyoruz Sungurlu’ya. Sungurlu’da “Saat Kulesi”nin önünde duruyor arabamız. Yolcular iniyor. Biz de ineceğiz ama, bundan sonrasında ne yapacağız; onu düşünüyorum kara kara. Arabanın sürücüsüne sormamıştım nereye kadar gittiğini.

Öğreniyorum ki, Kırıkkale’ye gidiyormuş.

Deliler gibi seviniyorum.

“Bizi Alembeyli’de indir!” diyorum. “Köyüm oraya yakın.”

“Olur hocam!” diyor sürücü. “Nasıl istersen.”

“Hayırlısı ile varsaydık bir” diyor annem. “Güneş de iyice eğildi. Akşam oluyor.”

“Yarım saat sonra varırız dediğim yere,” diyorum anneme.

Sürücü orada da oyalanıyor bir süre. Sabırsızlanıyoruz ama, elden ne gelir. Sonra hareket ediyor, Sungurlu’yu çıkıyoruz.

Bu yanda arazi daha da düz. Uçsuz bucaksız bozkırın koynunda belli bir hızda gidiyoruz. Annemle ikimiz kaldık arabanın üstünde. Diğer yolcular indiler. Yine bozkırın koynunda köyler. Çevresinde yeşilliklerle. Yola kimisi uzak, kimisi yakın. Bir ara kendimi, köye yakın olan köylerden birinin öğretmeni olarak düşlüyorum. Beyaz badanalı okulumda cıvıl cıvıl, mini mini öğrenciler. Gülümseyen yüzlerinde, bakışları pırıl pırıl... Bir sevgi bağı oluşmuş aramızda. Onlar bilgiye, öğrenmeye susamış, bense öğretmeye. Bildiğim her şeyi, her güzelliği, her mutluluğu onlarla paylaşmaya hazırım. Köy, yola yakın olunca, kente kasabaya ulaşmak da çabuk olur; köye geri dönüş de... Ayrılışlarda bile onlara çabucak dönebilmeliyim.

Güneşin ısıtma etkisi azalmış. Eskilerin deyimiyle iki mızrak boyu kalmış güneş ufka. Sonunda bir tepeyi geniş bir kavis çizerek çıkıyoruz. Arazinin hafif bir meyille düzleşip yeniden batıya yöneldiğinde birden bire karşımızda Alembeyli bucağını buluyoruz.

Araba hız kesiyor, yavaşlıyor ve duruyor.

“Geldik!” diyorum anneme. “Burası Alembeyli. Tam karşıda gün doğusunda çıplak çalın eteğinde görünen köy de Büyükpolatlı köyü. Oraya gideceğiz.”

“Nasıl gideceksek?” diyor annem.

“Bakacağız bir çaresine.”

Alembeyli yolun sağ yanına, yani kuzey kesimine yerleşmiş. Yolun kıyısında bir evin önünde iki üç vatandaş dikilmiş ayaküstü söyleşiyorlar.

Sürücüyle yardımcısı iniyorlar arabadan. Sürücü sesleniyor:

“Yolculuğunuz buraya kadar Hocam!”

“Sağ olun” diyorum.

Önce yatak balyasından başlayarak sırayla somyayı, sandalyeyi ve torbaları uzatıyorum. Sürücü yardımcısı da alıp yolun kıyısına bırakıyor.

“Köyün ne tarafta?” diye soruyor sürücü.

Elimle işaret ediyorum.

“İşte orada...”

Önce annemin inmesini sağlıyorum. Sonra kendim iniyorum.

Cebime davranarak sürücüye:

“Borcumuz ne kadar?” diye soruyorum.

“Ne verirsen be hoca… Atla deve değil ya. Vermesen de olur.”

İki onluk uzatıyorum.

O sadece tekini alıyor.

“Bu yeter,” diyor.

Ardından da nasıl gideceğimiz konusunda hem akıl veriyor, hem de yol gösteriyor.

“Burada at arabası olan vardır. Bir on kağıda sizi köye bırakırlar, Köyün çok uzak değil” diyor. Sonra ilerdeki adamlara sesleniyor:

“Hey vatandaşlar! Gösterin konukseverliğinizi. Hocama yardımcı olun!”

(SÜRECEK)