ÇETİN BİR YOLCULUK

16 Aralık 1961 cumartesi.

Sabahın yedisinde kalktığımda odamın yine buza kesmiş olduğunu duyumsuyorum. Perdeyi aralayıp dışarıya baktığımda oldukça şaşırıyorum. Çünkü bir gün öncesine kadar güzel olan hava birdenbire bozmuş, gece bir hayli kar yağmış. Gerçi ilk kar 21 Kasım günü düşmüştü ama zamanla güneş açmış, karlar eriyip hava da ısınmıştı. Ben ise geçen haftadan bu hafta sonu için, yani 16 Aralık Cumartesi günü, Sungurlu’ya gitmeyi kurmuştum kendimce. Hem bazı gereksinimlerimi, hem de bir terziye sipariş verdiğim elbisemi alacaktım. Havanın bir günde bozabileceği aklıma bile gelmemişti. Ama havanın bozmuş olması beni kararımdan vazgeçiremezdi yine de. Özellikle, on sekiz yaşın ataklığı, heyecanı, gözü pekliği ve serüven severliği vardı ruhumda.

Çabucak giyinip, ayağıma da lastik çizmelerimi çekiyorum. Çizmeleri alalı ayaklarım rahat. Çünkü köyün işindeki çamurla rahatlıkla başa çıkıyorum artık. Kahvaltı yapmak için zaman yitirmek istemiyordum. Sobayı ya da gazocağını yakıp, su ısıtmak, çay demlemek gerekecekti ama ne yiyecektim? Hazırlanması kolay diyerek, yumurta yiye yiye neredeyse midemden civciv çıkacaktı. Sungurlu’da bir aşevinde içeceğim sıcak bir çorba hem içimi ısıtır, hem de beni kendime getirirdi.

Dışarı çıktığımda havanın ayazı bir ustura gibi yalayıp geçiyor yüzümü. Bir an duraksıyorum. Acaba vaz mı geçsem. Sırtımda paltom da yok. Daha şimdiden tüm bedenimin üşüdüğünü ve soğuktan titrediğini duyumsuyorum. Yerde en az yirmi beş otuz santim kar var. Hava kapalı ve soğuk… Dizleri pürseyip içten yama vurulmuş bir pantolon, dirsekleri eskimiş bir ceketle öğrencilerimin karşısına daha kaç gün çıkabilirim. Bu hafta elbisemi mutlaka almalıyım terziden. Öğretmene yakışır bir kılığım, kıyafetim olmalı artık.

Köyün ortasından doğudan batıya doğru uzanan bir dere geçmekte. Köy evleri bu kuru derenin meyilli iki yamacına gelişigüzel serpilmiş. Kaldığım odanın bulunduğu yapı da derenin kuzey yamacına düşüyor. Okul yapısı ise köyün dışında, güneybatı yönünde... Derede karların erimesi ve bahar yağmurlarının yağması sonucunda oluşan su, haziran başına kadar bu dereyi besliyormuş.

Köylü erkence kalkmış, ellerinde sıyırgılarla toprak damlı evlerinin üzerindeki karı kürüyorlar. Çoğu, kar kürümeyi bile bir şenliğe dönüştürmüş, karşılıklı laf atmalarla şakalaşıyorlar. Zaten köyde cami, okul ve bir iki varsıl kişinin konağı dışında tuğlalı yapı yok. Evlerin hepsi, toprak damlı... Kimi bacalardan kara dumanlar yükseliyor. Köylü yeni ve karlı bir güne uyanmıştı bu sabah. Ev kadınları ocaklarını tutuşturup, sabah yemeğinin derdine düşmüşlerdir çoktan. Belki sabah çorbalarını bile içmişlerdir. Kaldığım oda köye egemen bir noktada olduğundan, köyün ortasından geçen derenin karşı yamacındaki köy evlerinin büyük bir bölümü göz ufkumda. Odanın elli adım kadar aşağısında ve yolun kıyısında olan mahalle çeşmesinde iki kadın su alıyorlar. Çeşmenin, dereye doğru olan yamacı ise boş bir alan…

Odamın salonunun asma kilidini kilitliyorum. Örtmeden yarım metre aşağıda olan yola atlayıp iniyorum. Kar çizmenin boyuna ulaşıyor neredeyse. O nedenle çizmelerimin içine kar dolmasın diye, pantolon paçalarını çizmenin dışına çıkararak boğaz kısmından geri kıvırıyor, iniyorum dereye aşağı.

Daha şimdiden elim yüzüm, kulaklarım yanmaya başlıyor ayazdan. Evlerinin üzerindeki karları kürüyen köylülere elimi sallayarak:

“Kolay gelsin,” diye sesleniyorum.

“Kolaysa başına gelsin Hoca,” diyorlar.

Sungurlu’ya gittiğimi öğrenince de:

“Aklı olan bu havada yola çıkmaz muallim,” diyor birisi.

Bir başkası:

“Üstelik de yalnızsın. Allah esirgesin, yolda donar monar, kurda kuşa yem olursun sonra!” diye beni caydırmaya çalışıyor.

Bir diğeri de bir başka dam üstünden sesleniyor:

“Gidecek havayı da iyi seçmişsin lakin. Gel çocukluk yapma “tıfıl muallim”. Havalar açınca gidersin.”

Hepsi de doğru söylüyorlardı ama ben kararlıydım.

“Çok sağ olun,” diyorum. “Bugün mutlaka gitmem gerekiyor.”

“Eh o zaman kendin bilirsin. Hadi yolun açık olsun” diyor bir başkası.

Göreve başladığım Kasım ayı başından bu yana bir buçuk ay geçmişti. Henüz sakalı bıyığı bile çıkmamış, 18 yaşında bir öğretmendim. Beni yeniyetme bir çocuk gibi görüyorlardı. Bu nedenle köyde adım “Tıfıl Muallim”e çıkmıştı. Yani bu, “çocuk öğretmen” demekti. Köyde göreve başlayışımın ilk haftasında bir sabah okula giderken yaşlı bir teyzenin yolumu kesip:

“Yeni gelen tıfıl muallim sen misin yavrum?” diye sormasını hiç unutamıyorum. Aramızdaki konuşmada şöyle geçmişti.                                      

(Sürecek)