Bundan uzun yıllar önce ağustos ayının kavurucu güneşinin altında "Yandık sıcaktan, piştik, perişan olduk" şeklinde halimizden şikayet ettiğimizde, Allah rahmet eylesin, hanenin büyükleri “Ağustos ayının on beşi yaz, on beşi kıştır; birkaç gün sonra özellikle akşamları sokağa ceketsiz çıkamayacaksınız” derler, bizler de bu sözlere tebessümle karşılık verirdik.

Büyüklerimizin sohbetlerinde de hep bir kenara sıkıştırılırdı sonbahar, "Geldi yine hazan ve hüzün mevsimi" diye…

Biz de çocukça düşünceler içerisinde büyüklerin bu yakıştırması üzerine düşünür dururduk: "Acaba neden?". Haksızlıklı mı ediyorlardı? Neden bir mevsim "Hazan" ve "Hüzün" gibi insanı derin karamsarlığa iten kasvetli kelimelerle anılsın.

Yaş ilerledikçe ve aradan yıllar geçtikçe farkına varıyorsunuz sonbaharı diğer mevsimlerden farklı kılan bu özelliğini. Böylesi günlerde pek çoğumuz kendi hayatımızı bu mevsim ile özdeşleştirir ve giden zamanın hesabını yaparız artık. Göz kapaklarımızın arasından dökülür damla damla anılar. Pişmanlıklar, hayal kırıklıkları, mutluluklar, yaşanmışlıklar ve sonu gelmez hayaller... Geride kalan ne var; siyah beyaz çerçeve içerisinde resimler güzel günlerden kalma...

Efkarla maziye el uzattığımızda hüzzam makamında şarkının sözleri dökülür dudaklarımızdan:

" Ömrümüzün son demi,
Sonbaharıdır artık.
Maziye bir bakıver
Neler neler bıraktık"

Yaşanmışlıkları, hataları ve doğruları ile bir ömre insan olarak çok şey sığdırdık. Ama bugün milyonluk nüfusu ile yaşadığımız kentlerin yalnızlığına hapsolduk ya da kendimizi hapsettik. Aile dediğimiz, komşuluk dediğimiz o zenginliğin içerisinde dev bir aile olmayı unuttuk. Mevsimler bile bizi terk etti. Bu yıl bir türlü sonbaharı yaşayamadık. Kışı da pek yaşayacak gibi değiliz. O da bizi terk ederek uzaklaşmışa benziyor. Kısacası kendi "Hazan" ve "Hüzün" mevsimimizi yarattık.

Her yaprağın bir çiçeğe dönüştüğü mevsimde güzel zamanlar yaşamak dileğiyle.

En güzel mevsimler sizlerin olsun.