23 Aralık 1930…
Bu tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin yalnızca genç bir subayından öte kendi varlık nedenini savunmak zorunda kaldığı gündür. Menemen’de yaşananlar bir “dini galeyan”, bir “kontrolsüz kalabalık” ya da sıradan bir asayiş olayı değildir. Menemen, Cumhuriyet’e karşı açık, planlı ve kanlı bir irtica girişimidir. O gün Menemen’de boğazlanan, sadece Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay değil, Cumhuriyet’in ta kendisidir.

Cumhuriyet henüz yedi yaşındadır. Devrimler yenidir. Laiklik yeni yeni yerleşmeye çalışmaktadır.

Tarihin değişmeyen gerçeği; Aydınlanma ilerledikçe, karanlık pusuda bekler.

O zamanlar Menemen’in nüfusu birkaç bindir. İşgal yıllarında büyük acılar yaşamış, yoksullukla boğuşan bir Anadolu kasabasıdır. İşte bu yoksulluk ve cehalet iklimi, hurafeyi “din”, kışkırtmayı “iman”, isyanı “kurtuluş” diye pazarlayanlar için verimli bir ortamdır.

23 Aralık sabahı Derviş Mehmet ve adamları, yeşil bir bayrakla ortaya çıktığında ereği bellidir: Şeriat çağrısı yapmak, Cumhuriyet’i itibarsızlaştırmak, korku ve yalanla kitleleri peşlerine takmak. “Halife ordusu geliyor” yalanı, tarihte nice isyanın mayası olmuştur. Menemen’de de farklı değildir.

“Şapka giyen kâfirdir” diye bağırılır. “Cumhuriyet bitti” diye haykırılır.

Devletin meydanında, devletin düzeni hedef alınır.

Asteğmen Kubilay, işte bu olay üzerine gönderilir. Yanında gerçek mermi yoktur. Silahını bile almaya vakti olmamıştır. Çünkü karşısındaki kişilerin silahlı bir ayaklanma değil, basit bir taşkınlık içinde olduğunu düşünür. Devletin saflığıdır bu. Cumhuriyet’in, kendi yurttaşının boğazına bıçak dayayabileceğini henüz tam olarak öngörememiş olmasıdır.

Ancak karşısındaki zihniyetin gözü dönmüştür.

Kubilay vurulur. Yaralı halde cami avlusuna sığınır. Ve orada, insanlık tarihine utanç olarak geçen bir vahşet yaşanır. Canlı haldeyken başı kesilir. Saçlarından tutulur. Meydana taşınır. Yeşil bayrağın ucuna geçirilir.

Kalabalık tekbir getirir. Alkışlayanlar olur.

O an yalnızca bir subay öldürülmez. O an, “Bu düzeni kabul etmiyoruz” mesajı kanla yazılır. O baş, Cumhuriyet’e meydan okumadır. “Biz buradayız” diyen karanlığın ilanıdır.

Mustafa Kemal Atatürk bu nedenle öfkelidir. Bu yüzden şu tümceyi kurar: “Bu, Cumhuriyet’i ve bizim başımızı kesmektir.”

Zira Menemen, bireysel bir cinnet değil, örgütlü bir zihniyetin ürünüdür. Arkasında tarikat bağları vardır. Cumhuriyet’le derdi olan bir anlayış vardır. Akla, bilime, eşitliğe, laikliğe düşman bir dünya görüşü vardır.

Devlet o gün sert davranır. Çünkü başka bir yol yoktur. Cumhuriyet, ilk kez bu kadar çıplak bir şekilde hedef alınmıştır. İrtica, maskesiz sahneye çıkmıştır.

Bugün sormamız gereken soru şudur: Menemen gerçekten geçmişte kaldı mı?

Yıllar boyunca Kubilay, resmî törenlerle anıldı. Bu, Cumhuriyet’in kendi hafızasına sahip çıkmasıydı. Fakat zamanla bu hafıza aşındırıldı. Önce törenlerin içi boşaltıldı. Ardından sessizlik başladı. Bugün ise daha vahim bir tabloyla karşı karşıyayız.

Kubilay’ın katilleriyle bağlantılı isimler kutsanıyor. Türbeler yapılıyor. Çocuklar oralara götürülüyor. Dua ettiriliyor. Cumhuriyet’e karşı başkaldırmış bir zihniyet, “manevi miras” diye sunuluyor.

Bu, basit bir tarih tartışması değildir. Bu, taraf olma konusudur.

Menemen’i unutturmak, Kubilay’ı yalnızlaştırmak demektir. Menemen’i yumuşatmak, irticayı masumlaştırmak demektir. Ve bu yapılırken, Cumhuriyet’in kurucu değerleri sessizce törpülenmektedir.

Menemen’i anmak, sadece bir subayı anımsamak değildir. Menemen’i anmak, “Cumhuriyet sahipsiz değildir” demektir. Çünkü irtica takvimle sınırlı değildir. Uygun zemini bulduğunda tekrar eder. Bazen meydanlarda bağırır, bazen makam odalarında fısıldar.

Bugün Menemen’i doğru okumazsak, yarını anlayamayız.

95 yıl sonra hâlâ aynı soruyla karşı karşıyayız: Cumhuriyet mi, karşısındakiler mi?

Menemen bu yüzden bir tarih değil, bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmada tarafsızlık yoktur.

Ya Kubilay’ın yanındasınız… Ya da onu boğazlayan karanlığın.

Başka bir seçenek yoktur.

Kubilay

Menemen’deki irticai kalkışmada şehit edilen Asteğmen Kubilay.