Aslında insanoğlu olarak yan yana dikilmiş ağaçlar gibiyiz, ama birbirimize nedense uzanamıyoruz. Kollarımız mı çok kısa, yoksa birbirimizi görebilmemiz için gözlerimizi kalın camlarla mı kaplamışlar bilemiyorum.
O zaman neden konuşmayı denemiyoruz?
Neden suskunuz?
Kalplerde çalan müziğe kendi kelimelerimizle eşlik etmemizi kim engelleyebilir? Sen istemediğin sürece HİÇ KİMSE.
Bugün sahilde Dost'la (köpeğim) yürüyüş yaparken, yürüdüğümüz yol üstünde kocaman kolları gökyüzüne kadar yükselen bir ağaç var. Oradan geçerken hep bir banka oturup dinleniyorum, dinliyorum. Neyi mi? O kocaman ağacın maviliklere uzanan kollarında yüzlerce kuş şarkı söyleyip, oyunlar oynuyorlar. Öyle güzeller ki, onların o müziklerine kulak vermemek elimde değil. Orada saatlerce oturup, gözlerimi kapatıp, yüzümü maviye veriyorum, yüreğimin zincirlerini gevşetiyorum ve olanca güzelliğiyle içime dolduruyorum. Ama Dost yeter artık kalkalım der gibi tasmasını çekip duruyor. Neyse, o benim için mistik düş ağacımın eteklerinden kalkmak zor olsa da tıngır mıngır oflaya puflaya kalkıp, yürümeye devam ediyoruz.
Dönüş yolunda gözlerim bir kıza takılıyor. Denizin kenarında ayaklarını maviliklere uzatmış, gözleri sanki uzakta görünen balıkçıların ağında dönüp dolaşıyor ama o ağlardan sanki bir türlü çıkamıyor. Bir resim karesinin donmuş sureti gibi sanki, gözleri bir yandan da boşlukları oyuyor. Taş çatlasa onsekiz-ondokuz yaşlarında falan, saçlarının buklelerinden sanki içindeki hüzünler damlıyor.
İçimden onun yanına oturma isteği geçti. Bu isteğime uyup hemen ben de ayaklarımı maviliklere uzattım.
"Neden üzgünsün?” dedim.
Gözlerini uzaklardan alıp bana çevirdi.
Gözlerimin içine bakıp, içlerinde samimi bir duygu aradı. Benim ona samimi olduğumu anlamış olsa gerek, maviliklerden yeryüzüne düşen küçücük bir yağmur damlası gibi mırıldanmaya başladı.
"Çok seviyorum “dedi.
"Sevmek çok güzel bir duygu, ama sen neden üzgünsün?" diye sordum.
Gözlerini yine o balıkçı ağlarının içe soktu. O an, içinde kendini ağırlaştıran havayı bırakıp, bir iç çekişle ciğerlerine tertemiz oksijeni doldurdu ve dilinden dökülen kelimeleri çok eski bir zamandan koparıp almışçasına, yorgun bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
"Benim ona ait duygularımı anlaması için gözlerime bakması yeterliyken, o hiç bakmadı, baktıysa da hiç görmedi, gördüyse de umursamadı. Bazen onun yanında kendimi görünmez hissediyordum, onun bu davranışı canımı çok acıtıyordu. Daha dayanacak gücümün kalmadığını hissettiğimde, yüreğimle bir gün çığlık çığlığa bağırarak ‘seni seviyorum ben’ dedim."
Kömür karası gözlerini Balıkçıların ağından alarak "Bana ne dedi biliyor musunuz?
‘Ben, seni sevgili olarak düşünemiyorum. Sen ile ben sadece arkadaşız ve öyle kalmalıyız.’
Oysa ben onu yüreğimin, kimsenin içeriye girmesine izin vermediğim odasına oturtmuştum.”
Bu cümleler sanki dilinden değil de yüreğinin saklı pencerelerinden aşağılara doğru sarkıyordu. O an onu tutmasam düşecek ve bir daha kendini birleştiremeyecek gibiydi.
Dost ise bir yandan, hadi kalk gidelim der gibi tasmasını çekiyordu. Benim burada oturmaya kararlı olduğumu anlayınca o da yanımıza oturdu ve denizde oynaşan martıları izlemeye başladı.
Ellerimle omzuna dokunarak konuştum:
"Bu yaşadığımız evren çok da adaletli değil, herkes biraz bencil, herkes biraz vurdumduymaz, herkes biraz çıkarcı, herkes biraz…O kadar.
Üzülme! Bu yaşadığın hayal kırıklığını zamanla unutacaksın. İnsanoğlu yapım süresi devam eden evler gibidir. Her bir tuğla acı ya da tatlı bizim bir ev olmamız için gereklidir.
Unutma! Acılarına zamanı sür, nasıl geçtiğini göreceksin ve bu anını ilerleyen zaman diliminde aklına geldiğinde güleceksin.”
O an telefonu çalmaya başladı.
"Benim gitmem gerekiyor, yine buralarda karşılaşırsak sizinle sohbet etmek isterim. İyi geldiniz bana ve iyi ki geldiniz.” diye vedalaşıp gitti.