“Diyor ki; doğduğumdan beri insanlardan uzak bu derenin içinde yaşıyorum. Yanı başımdan akan suyun şırıltısıyla, kuşların sesleri bana yaşama sevinci veriyor. Ancak, arada bir tepelerden aşağı yuvarlanan taşların gürültüleri ise beni rahatsız ediyor. Bana çarpıp zarar vermelerinden korkuyorum. Bu arada insan sesine hep özlem duydum bunca zamandır. Arkadaşınız Prenses Cemre’nin sesi çok güzelmiş. Ondan bir türkü istiyorum. Dinletirse mutlu olacak, sizleri hiç unutmayacağım. Emanetin yerini de türküden sonra söyleyeceğim.”

Emre, başlattığı oyunla, kişileştirdiği söğüt ağacının konuşan dili, gören gözü, duyan yüreği olmuştu sanki. Cemre’yle Özgün de öyle kaptırmışlardı ki kendilerini Emre’nin oyununa, gerçek gibi dinlediler onu.

“Ne güzel oyun çıkardın Şehzade! Bir türkü istemek için söğüt ağacını aracı koyman, onu dillendirmen müthiş bir buluştu bizce. Çok sağ ol! Türküyü söyleyeceğim. Hem bu söğüt ağacı, hem de deredeki tüm ağaçlar, ağaçlara tüneyen kuşlar, bitkiler, kayalar, taşlar ve görünmeyen börtü böcek, akan su için söyleyeceğim!”

“Biz de coşkuyla dinleyeceğiz Prenses! Buyurun.”

Cemre türküye durdu.

Sanki, derede çağlayan su sustu. Dağ taş kulak kesildi. Doğa, doğadaki bitkiler, ağaçlar, kuşlar sessizce Cemre’yi dinlediler. Türküsünün ezgisi bir koku gibi sindi kanyona; kanyondaki ağaca, ota, kuşa, böceğe, akan suya, taşa, kayaya…

Özgün’le Emre türkünün bitiminde, elleri acıyana değin alkışladılar Cemre’yi.

“Yaşa Prenses!”

“Soluğun gür olsun, sevgili Prenses!”.

“Teşekkür ederim ilginize!”

Emre yerinden kalkarak:

“Söğüt ağacının dileğini yerine getirdiğimize göre; o da emanetin yerini söyleyecektir artık,” dedi.

Söğüt ağacına dönerek:

“Biz sözümüzü tuttuk. Şimdi sıra sende ey söğüt ağacı!”

Yeniden kulağını söğüt ağacına dayadı.

“Tamam!” dedi. “Anladım. Sağ olasın söğüt ağacı. Artık bizden önceki konuğunun emanetini söylediğin yerden çıkarabilirim.”

Özgün’le Cemre’nin şaşkın bakışları arasında Emre, iki kayanın arasındaki naylon poşeti çekip çıkardı.

“İşte,” dedi. “Bizden önceki konuğun emaneti. Aynı zamanda ikinci kanıt oluyor.”

Cemre heyecanla:

“Aman Allah’ım! Bir naylon poşet!...”

“Evet kara bir poşet! İçinde gazeteye ya da kağıda benzer bir şeyler var.”

Poşeti Özgün’e uzattı.

“Buyur,” dedi. “Şefimiz sensin. Sen aç poşeti!”

“Aşk olsun Emre! Bunu bile oyuna çevirdin!”

“Oturur oturmaz takılmıştı gözüme. Doğrusu ben de çok merak ediyorum. Acaba içinde, önceki konuk ya da konuklarla ilgili bir ipucu var mı?”

Cemre:

“Hadi,” dedi. “Çabuk aç şunu!”

Özgün poşeti aldı. Poşetin düğümünü özenle çözdü. İçinden katlanmış bir gazete çıktı. Çocuklar oldukça heyecanlanmışlardı. Özgün gazetenin katını açtı. Emre hepsinden önce okudu gazetenin adını.

“İşte bir ‘Çorum Haber’ gazetesi!” dedi. “Hem de 25 Haziran 1998 tarihini taşıyor. Tam beş yıl öncesinin gazetesi. Biliyorsunuz, Büyükbaba’mın da zaman zaman yazdığı gazetedir Çorum Haber.”

“Biliyoruz.”

“Bunu kim getirmiş olabilir buraya?”

“Elbette Büyükbabamdır Emre!” dedi Cemre.

“Olabilir,” dedi Özgün. “Çünkü, onun bu kanyona indiğini biliyoruz.”

“Sahi,” dedi Emre. “Açsana şu gazetenin yapraklarını!”

Buruşmuş, yıpranmış gazetenin sayfalarını birer birer çevirdiler. Gazetenin ortasından, yazılı yazısız beyaz kağıtlar vardı. Bu kağıtlar daha da heyecanlandırmıştı çocukları.

“İşte bize bırakılmış iletiler!”

Tek tek çıkardılar kağıtları. Yazılı olanların tamamı dört yapraktı. Yazıların en altında da Büyükbaba’larının adını gördüler.

“Aman Allah’ım!” dedi Özgün. “Yanılmamışız. İletiler Büyükbaba’mdanmış.”

“Yüreğim duracak sanki heyecandan! Ne yazıyor acaba Özgün? Okusana!”

(SÜRECEK)