Suriye, 185 bin km. kare alanı ve Türkiye ile 911 km. sınırı olan bir ülkedir. Nüfusu 2011 yılı itibarıyla 21 milyondur. Ama bugün bu nüfusun 4 milyonu Türkiye’de sığınmacıdır. Yaklaşık 1,5 milyon Suriyeli de diğer ülkelerde sığınmacıdır.

Özellikle bugün gündemde olan İdlib ise Hatay’la 130 km. sınırı olan, 700 binlik nüfusu bugün 4 milyonu da aşmış olan bir kenttir.

Ve bugün İdlib, Suriye’deki silahlı radikal tüm örgütlerin yer aldığı bir kent olmuştur.

İdlib’de oluşan bu durumun yarattığı kriz, Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getirmiştir. Ve de Suriye ordusu ile Türk ordusu arasında savaş rüzgârları eser olmuştur.

Nitekim Rusya’nın desteğinde Suriye saldırıları sonucunda 13 şehit verilmiştir.

ABD, bundan büyük bir mutluluk duymuş olmalı ki, Suriye özel temsilcisi James Jeffrey, 11 Şubat’ta Ankara’ya geldi. İdlib’de şehit olan askerlerimiz için yarım Türkçesiyle ABD adına timsah gözyaşları döktü. Aslında İdlib’de bir askeri harekât yapılması istenir oldu.

* * *

Elbette her askeri harekâtın bir amacı vardır ve de olmalıdır.

İdlib’deki gelişmelere Türkiye’nin seyirci kalması elbette doğru değildir. Ama bu harekâtın amacı çok net olarak açıklanmalıdır. Ve de bu konuda, muhalefetle de siyasal bir “mutabakat” sağlanmalıdır.

Yani büyük devletlerin ve tüm emperyal güçlerin ve de onların silahlandırıp donattığı terör örgütlerinin at oynattığı bir bölgede, yapılacak askeri harekât için özellikle bir “milli mutabakat” aranmalıdır.

Nitekim Türkiye’nin sınır güvenliği için yapmış olduğu “Fırat Kalkanı Harekâtı”, “Zeytin Dalı Harekâtı” ve Fırat’ın doğusuna yönelik yapılan “Barış Pınarı Harekâtı”nın politik amaçları tanımlanmıştı.

Bu amaç, PKK-YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde bir koridor oluşturmasını engellemek, bu koridorun Akdeniz’e açılmasını önlemek, Suriye sınırı boyunca “Güvenli Bölge” oluşturmaktı.

Elbette bu harekâtlar, muhalefet ve kamuoyu tarafından da özellikle desteklenmişti.

Ama İdlib’de hedef nedir, amaç nedir? Muhalefet ve kamuoyu buna inandırılmalıdır.

* * *

Ama öncelikle ABD’nin bölgedeki politikası ve gerçek amacı bilinmelidir.

Çünkü 17 Aralık 2010 günü Tunus’ta, seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan hareket, Arap dünyasında kitlesel isyanlara dönüşür olmuştu.

“Arap Baharı” diye sunulan ve de ABD’nin kontrolüne giren bu hareket 28 Aralık 2010’da Cezayir’de, 14 Ocak 2011’de Ürdün’de, 17 Ocak 2011’de Sudan, Umman ve Moritanya’da, 25 Ocak 2011’de Mısır ve Lübnan’da iktidar değiştiren ve iktidar sarsan isyanlara dönüşmüştü.

15 Mart 2011’de ise Suriye’nin Deraa kentinde başlatılmış ve ülkeye yayılmıştı.

Amerikan güdümünde gelişen ve de büyütülen bu hareketle Ortadoğu’da, özellikle de Suriye’de çok sayıda terör örgütleri oluşturulmuş, silahlandırılıp donatılmıştı.

Ve de bu örgütlerle, Suriye başta olmak üzere bölgedeki sınırlar yok edilmişti.

Yani özellikle Arap dünyası ve tüm bölge yeniden dizayn edilmek istenmişti.

* * *

Türkiye ne yapmalı?

Öncelikle bilelim ki, bize rağmen ABD’nin ve Rusya’nın Suriye için projeleri olduğu aşikârdır.

Türkiye’nin endişesi, bugünkü nüfusu 4 milyonu aşmış İdlib’den olabilecek yeni bir kitlesel göç hareketidir.

Çünkü Türkiye, artık böyle bir kitlesel göçü kaldırabilecek durumda değildir. Zaten Suriyeli sığınmacılara bakış da her geçen gün daha da olumsuz olmaktadır.

Suriye’de Türkiye’nin en önemli çıkarı, Suriye’nin siyasal birliğinin, toprak bütünlüğünün, üniter yapısının korunması ve istikrarın sağlanmasıdır. Türkiye’nin özelde İdlib, genelde Suriye politikasının temel kriteri bu olmalıdır.

Amerika ve Rusya arasında sıkışmak olmamalıdır.

Ve de ABD’ye karşı Rusya’ya, Rusya’ya karşı ABD’ye; Trump’a karşı Putin’e, Putin’e karşı Trump’a yaklaşmak olmamalıdır.

Özellikle İdlib’de, Türkiye-Suriye arasında bir savaşın izahı zordur.

-Şam’a girilsin gibi sokağa seslenen, hamaset dolu ifadeler tehlikelidir.

-Savaşın insani, ahlaki, siyasi, ekonomik ve psikolojik faturasını hesap etmeden yapılan çıkışlar, tehlikeli çıkışlardır.

Bu ifadeler, Türkiye’yi geri dönüşü olmayan bir belanın içine atmak olur.

Daha da vahimi; Türkiye’nin Suriye içine bir savaş çığlığıyla girişi, uluslararası bir karşı duruşu karşısında görür olabileceğidir.

İşte o zaman Türkiye’nin sınır güvenliği yok olur; parçalanmanın rüzgârı duyulur.