Dönemeçteki görünüm onları büyüledi sanki. Yüzyıllardır akan sular; sellerin sürüklediği taşlar ve kayalar bu kanyonu aşındırıp oya oya işlemiş. Daracık kıvrımlı bir kanyon oluşturmuştu burada. Doğanın sanatkarlığına hayran olmamak elde değildi. Kayaların üst yanları da kıvrım kıvrım birer siperlik oluşturmuştu kanyonun üzerinde. Bu görünüm çocukları heyecanlandırmıştı.

“Aman Allahım!” dedi Cemre. “Şu görünüme bakın!”

“Görkemli, şaşırtıcı ve gözalıcı bir güzellikte!”

“Haklısın Emre. Teknolojinin tüm olanaklarını kullansanız bu kayaları böylesine güzel işleyemezsiniz!”

“Mutlaka resmini çekmeliyim bu kanyonun!”

Özgün çantasından Cemre’nin fotoğraf makinesini çıkarıp verdi kendisine.

“Bizimle birlikte çek,” dedi.

Sırayla farklı açılardan birer resim aldılar. Kanyona güneş ışığı sızmıyordu. On beş yirmi metre ötede bir çağlayanla karşılaştılar. Sular üç metre yükseklikten, kayalardan aşağı dökülüyordu. Kanyon, çağlayandan itibaren kıvrım yaptığından ötesi görünmüyordu.

“Açıkçası, ötesinin göremeyişimiz, merakımı daha da çok kışkırtıyor benim,” dedi Emre.

“Haklısın Şehzade. Gerçekten ben de çok merak ediyorum. Göremediğimiz yerlerde ne var acaba? Oraların görünümü nasıl?”

“Oraya ne inilebilir, ne de çıkılabilir. Görünümü bile korku veriyor insana. Dönelim geri,” dedi Cemre.

Kanyona yukarı dönerken.:

“Bir endişem var,” dedi Özgün. “Eğer çantanın düştüğü yerle aramızda, bir çağlayan daha varsa işimiz zor.”

“O zaman buraya boşa indik sayılır.”

Cemre üzgün bir tavırla:

“İnşallah yoktur. Yoksa nasıl açıklarım çantanın yokluğunu Büyükbaba’ma.”

Önde Özgün, ardından Emre’yle Cemre geliyorlardı. Otların, çalıların tabana yayılmışlığı onları zorluyor, yürümelerini güçleştiriyordu.. Bazen de suyun bir o yanına, bir bu yanına geçmek zorunda kalıyorlardı. Kimi yerde otlar neredeyse boylarına ulaşıyordu. Kimi zaman otlardan göremedikleri taşlara tökezleyerek yere kapaklandıkları da oluyordu. Taşlara çarpan ve bazı yükseltilerden aşağı dökülen suyun sesiyle, ayaklarının otlara, çalılara dolaşarak çıkardığı sesi bozuyordu kanyonun sessizliğini. Kaya sarmaşıkları görkemli bir biçimde gelişip, kayaların yüzüne sarılıp çıkmıştı yukarılara doğru.

“Buralara insan ya da hayvan ayağı değmediği nasıl da belli,” dedi Emre.

“Tam bir vahşi doğanın içindeyiz.”

“İn cin top oynuyor buralarda,” dedi Cemre.

Emre işin gırgırındaydı yine:

“Peki ben niye görmüyorum top oynayan cinleri?”

“Otların arasına bakarsan görürsün canım.”

Sözünü bitirmişti ki Emre tökezleyerek yüzü koyun kapaklandı otların arasına.

İstemeyerek de olsa güldü Cemre:

“Ne o Şehzade. Top oynayan cinleri mi arıyorsun otların arasında?”

“Hayır canım. Topları bizim toplara benziyor mu diye bakmıştım.”

Özgün de durup geri dönmüştü. Gülerek:

“Gördün mü bari? Topları bizim toplara benziyor muymuş?”

“Sakladılar, göstermediler ki.”

“Yaaa!..” dediler, güldüler kahkahayla.

Sürdürdüler yürüyüşlerini.

“Buraya kadar yeni bir çağlayanla karşılaşmadık. Bu sevindirici bir durum,” diyen Özgün’e, Cemre:

“İyi ki yok”, dedi. “Yoksa iki çağlayan arasına sıkışıp kalmış olacaktık.”

“Olsa, çağlayan sesi duyardık.”

“Doğru dersin Emre. Belki de Büyükbaba’mın indiği kanyondur burası. Öyle değil mi Özgün.”

“Eğer öyleyse, Büyükbaba’mdan sonra bu kanyonu ikinci kez keşfeden bizleriz.”

Kanyona indikleri yerden iki yüz elli üç yüz metre kadar yukarda dere tabanı birden genişledi. Sağ yanları yoğun böğürtlen kuşburnu, karaçalı ve benzeri dikensi bitkilerle bezenmişti. Sol yanda ise doruklardan inmiş yığıntı kayalar vardı. Gün ışığı ulaşmıyordu buraya. Ardından dere tabanının yarım ay biçiminde genişlediği yere vardılar. Burada batı kesimi yüz elli iki yüz metre yukarıya değin, dimdik bir yamaç oluşturmuştu. Duruklardaki kayalar bir kale duvarı gibi kuşatmaya almıştı derenin bu bölümünü. Yine bu dik yamacın yarısından aşağısı, tonlarca taşı ve toprağıyla yürüyüp inmişti derenin tabanına, suyun kıyısına.

(SÜRECEK)